SALTANAT BELASI

Mert Aslan

Kişilik olarak “samimîler” ile “münafıkları, oldukça ilginç ve dikkate değer bulurum. Başka bir deyişle, dünyaya kendinden bir şeyler vermeye çalışan samimî kimseler ve çoğu zaman hakları bile olmadığı halde başkalarından bir şeyler kapmaya çalışan oyuncular…

Aklını ve gönlünü yüce bir ideale kaptırmış olan herhangi birini düşünün… İnandığı davanın hak ve haklı olması ya da olmaması izafîdir. Kendisi inandıktan sonra, bizim onun yanlış yolda olduğunu düşünmemizin çok büyük bir anlamı kalmıyor. Çünkü o da bizim yanlış bir yol tuttuğumuzu düşünüyor. İkimiz de birbirimizin gözünde yeterince aptalız. Tek sonuç budur…

İçine girdiği yolda, inanç ve kararlılıkla yürüyor. Sonunda neyi elde etmek istiyor ya da neye ulaşmak istiyorsa, sadece onun düşlerini kuruyor. Daha ilginç olan ise, bazı ateşli idealistlerin o koşu ve mücadele anında düşler kurmaya bile vakit bulamıyor olmasıdır.

Bir sabah, yine aynı savaş ruhu ve bilinci içinde uyanmıştır. Bilmez ki, o gün her şeyi soldurup sessizliğe gömen hazin ölüm ona da uğrayacaktır. Bilemez ki! Ölüm her zaman plansızdır, erken ve inanılmazdır. Bir kurşun, bir idam sehpası, sert bir cisim, tahrip edici bir çarpışma, bu işi bitirebilir; ancak ölümün en şanlı olanı başkasının elinden olandır. Kendi kendinize ölürseniz “Öldü” derler, sizi başkası öldürürse, “Kahraman” olursunuz. Çünkü mağdursunuzdur. İnsan ruhu, masum ve mağdurları kollamaya ayarlıdır.

Adamımız öldürülür. Bir dağın devrilmesi gibi şarlayarak, gürleyerek devrilmiştir yere. Geriye kalan son nefesleriyle sloganlar atmış, marşlar söylemiştir…

O güne kadar inandığı ve savunduğu bütün görüşler, yaptığı bütün eylemler tümüyle yanlış, hatta zararlı olsa bile, ölümü son derece doğru olduğu için alkışı hak etmiştir… Yanlış yolda, doğru bir ölümle ölmüştür.

Münafıklar her dönemde, her yerde olmuştur. Allah’ın Elçisi’nin o tatlı, o masum, o gül yüzüne baka baka münafık olarak ölenler olmuştu. Kötü niyet, başımıza gelebilecek en büyük felakettir. Onların kalbinde eksik olan şey, yalnızca iyi niyet ve masumiyetti. Ona bakarken büyülü güzelliği ve masumiyeti karşısında kafaları karışıyor, ancak gıyabında kendi mağaralarında çekilerek daha cesur düşünüyor, seçkin davranışlarına ve söylediği hakikatlere itiraz ediyor, iblisin yardımlarıyla onların hepsine çirkin birer kulp takıyorlardı.

Betimlemeye çalıştığım şahıs, görünüşte Müslüman, fakat aslında belli belirsiz, hayal meyal bir Yezid profilidir. Şimdi size en az onun kadar korkunç bir nifak figüründen söz edeceğim: Görünüşte Müslüman olan, Müslüman olduğuna inanan, hızını alamayıp kendisinin gerçek Müslüman, diğer pek çoğunun “fake” olduğunu düşünen bir “dünya ehli” türünden bahsediyorum. Kutsadığı tek şey, başta saltanat ve makam olmak üzere, onun ucuza alacağı ya da bedavaya getireceği diğer kişisel çıkarlar ve zevklerdir. Allah’tan çok onları sever. Din, çoğu zaman, o çıkarlara ve zevklere ulaşmak için yapacağı her türlü yanlışı ve zulmü mazur göstermeye yarayan elastikî bir araçtır. Bir kere buna karar verince, saltanat ve makamı korumak için diğer Müslümanlara, mazlum ve mustaz’aflara gerektiğinde zulmetmek, hatta gerektiğinde saldırıp onları öldürmek için bile fetva bulunabilir. Zira akıl, insanın sözleri gibi, Allah’ın sözlerini de sınırsızca tevil edilebilmektedir.

Bunlar geniş İslam ve Kur’an caddesini içine sığmamıştır. Allah’ın Resulü’nün ahlâkından yoksundurlar. Çünkü O’nun (deyim yerindeyse) Allah tarafından ilham edilmiş yaşam felsefesi, yaşam biçimi ve sözleri umurlarında değildir.

Bütün yaşamları dünyevî makam ve çıkarların önünde diz çökmekle geçen bu aşağılık korkakların Yüce Sultan’ın huzuruna şanlı bir ölümle çıkmasının ihtimali bile fazlasıyla şaşırtıcı olur. Ölümün kapıya dayandığını açıkça görüp geride kalanlardan umutlarını tamamen kesince yüzlerini Yüce Mevla’ya çevireceklerdir. Bunun şerefli bir ölüm olduğunu kim söyleyebilir?

Kişisel değil, ilkesel düşünüyorum. Hayatım, dini ve dinin en büyük getirisi olan merhameti bir kenara atıp makam sevgisiyle çıkarlarını dinle aklayanların örnekleriyle hazin karşılaşmalarla doludur; fakat sonuncu nankörlük üstüme adeta şarlayarak devrildi, hayatımın en büyük hüsranı ve hayal kırıklığı oldu, belimi büktü, başımı önüme eğdirdi, gözyaşlarımı sel gibi akıttı… Tek taraflı bir sevgi, hayranlık ve yaptığı, söylediği her şey uğrunda amansız bir taraftarlık ve savunmayla boşa gitmiş tam 14 yıl… İhanetin soğuk duşu gözlerimi açtı. Şimdi, yalanlarını görebiliyorum. Demek ki, insanlara hak ettiğinden fazla sevgi vermek doğru değilmiş... Demek ki, Yüce Mevla’dan başka hiç kimsenin dostluğu sonsuza dek sürmezmiş…

Saltanat, çoğu zaman başa beladır. İnsana normal koşullarda yapmayacağı işleri yaptırır. Ölüm gelmeden ya da saltanatı kaybetmeden de suçlarına ağlamaz…

“Veliler Allah’ın gelinleridir ve gelinlerin sinesinde olanı yalnızca sahipleri bilir.” der Abdülkadir Geylânî. Evet, onlar Allah’ın sevgilileridir. Sevdiğinizle el ele, kol kola gezerken biri ona laf atsa ya da hakaret etse ne yaparsınız? Hemen saldırırsınız değil mi? İşte Allah da öyledir. Dostlarına özel bir sevgi ve değer verir. Bir Allah dostuna dil uzatır, hakaret eder, küfür eder, iftira atar ya da saldırırsanız, Allah öfkeyle harekete geçer, üzerinize bela ve sıkıntılar yağdırarak sizi perişan ve pişman eder…