Saraybosna izlenimleri

Esra Doğan

Bir şehir düşünün…

Başınızı nereye çevirirseniz her yer yeşilin tonlarıyla muazzam bir şekilde bezenmiş, dört yanı ormanlarla çevirili, dağları sımsıkı ağaçlarla heybetini gizlemiş, gürül gürül akan nehirleri, kendisinden tatmaya davet eden buz gibi pınarları.

Doğanın tüm ihtişamını sergilediği, doğal ve tertemiz milli parklarının büyük haz verdiği, sanki cennet kavramının somutlaşmış hali…

Şehir almış karşısına sizi adeta konuşuyor, tarihten haber veriyor. Kimlere kafa tuttuğunu, yara alsa da nasıl dimdik ayakta kaldığını ve söz konusu vatansa kale kesilen bedenleri siper etmede yarışan yiğitleri anlatır.

Kimler geldi, kimler geçti; yine de hep baki kaldı bu şehir. Kaç kültürü barındırdı, her gelen kültüründen bir parça ve bir başka iz bıraktı.

Şehrin bir ucundan diğer bir ucuna ilerlerken araçla, medeniyetler arası yolculuk yapılıyor. Yol boyu şehrin mimarisi, yapısı ve ruhu değişiyor. Sınır çizilmişçesine yer yer Osmanlı’nın, yer yer Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun izleri mevcut.

Bu ilerlenen yolun sonu Başçarşı’ya çıkıyor. Başçarşı şehrin kalbi gibi. İhtiyacınız olan ne varsa burada bulmanız mümkün. Bir nevi bedesten havasında, sokakları buram buram dibek kahvesi, Boşnak böreği ve çevabi kokuyor. Bu kokuların üzerine bir triliçe tatlısı da iyi gidiyor.

Bakır cezve ve fincan satılan dükkanları yaygın. Sadece Bosna’ya özgü şeyler var mı derseniz, yemekleri dışında pek bir şey göremedim.

Bir sokağa giriyorsunuz ezan sesleri yükseliyor, cami avluları insanlarla dolup taşıyor. Oradan uzaklaşıp başka bir sokağa giriyorsunuz çan sesi duyuluyor, bir sonraki sokakta bir sinagog bulunuyor.

Bir tarafta Müslüman gençlerin uğrak yeri olan kafeler yer alıyor. Hatta bu kafelerde Türk müzikleri çalınıyor. Türklerin işlettiği mekanlar da var ve çok samimi ortamlar. Bir başka tarafta Beyoğlu’nu andıran yürüyüş yolu, mağazaların ve eğlence mekanlarının bulunduğu trafiğe kapalı bir cadde.

Yollarında, sokaklarında yürürken gördüğümüz binalarda yıpratıcı bir savaşın izleri karşılıyor. Mermi izleriyle dolu binaları görmek korkunç. Özellikle en ağır tahribata uğratılan binalar, eğitim kurumlarının binaları. Şehri zengin kılan yazma eserlerin de bulunduğu kütüphaneler yakılmış, yerine güzel bir kütüphane yapılmış olsa da koca bir tarihin yok edilmeye çalışılması üzücü.  Köklerinden koparılmaya çalışılmış, yine bir millet.

Akıllar farklı çalışıyor düşmanla, en önemlisi de kalpler. Bizim kalplerde iman var çünkü, onu çekip almaya ne mermiler ne de acımasız askerler engeldir. Nitekim ne yapılırsa yapılsın, bir ülkede Bilge Krallar yetişmesinin önüne geçilemez. O ruh doğuştandır ve aynı zamanda bulaşıcıdır.

Ülke Boşnak, Sırp ve Hırvatlar tarafından sekizer ay süreyle yönetiliyor. Yani her sekiz ayda bir farklı bir ırk ülkeyi yönetiyor. Üç cumhurbaşkanı, yüzlerce bakan ve bürokrat görev alıyor.

Şehirde Osmanlı nizamını, ,intizamını hissediyorsunuz. Mimar Sinan oraya da dokunuşlarda bulunmuş. Atalarımıza rahmet olsun ki, gittikleri her yere medeniyetimizi kazımışlar.

İnsanları samimi, güleç, nazik, güzel, iri-uzun boylu ve medeniler. Tüm insanlarda saygı hakim. Birçoğu iri yapılarından dolayı çok heybetli.

Bir gün yolunuz düşerse hiç yabancılık çekmeyeceğiniz, bağrımızdan çıkmış bir şehir. Köşesi bucağı hala Osmanlı kokuyor. Yahya Kemal’in de ifade ettiği gibi: “Türkler, bir deniz gibi Balkanlardan çekilmiş, lakin tuzunu bırakmış bütün o topraklar Türklük kokuyor.”