Şeb-i Arûs ve Mevlânâ’yı Anlayamamanın Önündeki Engeller

Muhammed Şamil Gençosmanoğlu

Bugün Şeb-i Arûs…
“Düğün gecesi”; yani dünya gurbetinden kurtuluş, vuslata eriş…
Ölüm, birileri için bir ayrılık değil; sevgiliye kavuşma anıdır.

Dünyanın dört bir yanından insanlar, Mevlânâ’nın ölüme yüklediği bu derin anlamı idrak edebilmek için fevç fevç Konya’ya geliyor. Geliyorlar; çünkü Mevlânâ ölümü bir yok oluş değil, bir kavuşma olarak tarif ediyor. Hayatı fanilikten, ölümü ebediyete açılan bir kapı olarak okuyor.

Peki biz?

Biz, onun yanı başındayız.
Ama ondan, onun hayat, ölüm ve hakikat anlayışından büyük ölçüde habersiziz. Yeterince istifade edemiyoruz.

Şeb-i Arûs’a katılanların neredeyse yüzde doksan dokuzu Konya dışından. Konya’da yaşayanların katılımı ise son derece düşük. Hatta Konya’da yaşayıp da hayatında hiç Mevlânâ Türbesi’ni ziyaret etmemiş insanların oranı yüzde ellinin üzerinde.

Burada bir tuhaflık yok mu?

Bugün dünyanın gözü Konya’da…
Bizim içinse sıradan bir gün.
Her şey olağanlaşmış.
Heyecan yok, coşku yok, iç titreyişi yok.

İtiraf etmeliyim ki 2002 yılında Konya’ya ilk yerleştiğim zamanlarda —ve onu takip eden dört-beş yıl boyunca— Şeb-i Arûs’u yaşamaya, hissetmeye çalışmıştım. Bazen bizzat programlara katılarak, bazen de en azından televizyon başında takip ederek…
Ama bugün, Konya dışından dostlarım Şeb-i Arûs heyecanıyla aramasalar, bu günün geldiğini fark edecek halde bile değilim.

Neden?

Neden Konya’da yaşayan bizler, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretlerinden yeterince istifade edemiyoruz?

Evet, Şeb-i Arûs belki zamanla aslî ruhundan kopmuş, bir tören formuna bürünmüş olabilir.
Sanatsal ve kültürel bir etkinliğe indirgenmiş, bir gösteri ya da bir şov havası kazanmış olabilir.

Ama bütün bunlar, Mevlânâ’yı anlamamıza engel olmamalı.

Asıl mesele şudur:
Bu formatlar, bu kabuklar, bu gösteriler; Mevlânâ ile bizim aramıza giren perdeler hâline gelmiştir. Ve biz bu perdeleri kaldırmak yerine, onların arkasına saklanmayı tercih ediyoruz.

Oysa Mevlânâ bu topraklarda yetişti.
Bu iklimde, bu coğrafyada, bu tarih içinde…

Peki, bu tarih, bu coğrafya, bu kültür bize hiçbir şey söylemiyor mu?

Tarihi anlamanın önündeki en büyük engel, tarihe yüklediğimiz ifrat ve tefrittir.
Kimileri tarihi bir övünç nesnesine dönüştürürken, kimileri de onu bir utanç vesilesi olarak görmektedir. Bu iki uç, bizi tarihten de, ibretten de uzaklaştırıyor.

Aynı problem, tarihî şahsiyetler için de geçerlidir.

Bazılarımız tarihimizdeki büyük isimleri neredeyse putlaştırırcasına yüceltirken, bazılarımız da anakronik bir bakışla onları basitleştirip değersizleştirmektedir. Bu iki yaklaşım da o şahsiyeti anlamaya giden yolları kapatır.

Bu durumun en büyük mağdurlarından biri de maalesef Mevlânâ’dır.

Bir kesim onu, “kitabı olmayan peygamber” gibi son derece yanlış ve tehlikeli benzetmelerle aşırı yüceltirken; diğer bir kesim de dönemin diliyle anlatılmış hikâyeleri bugünün ölçüleriyle yargılayarak değersizleştirmektedir.

Oysa yapılması gereken bellidir:
Mevlânâ’yı İslâmî ölçüler içinde, sahih bir zeminde değerlendirmek.

Her şeyden önce Mevlânâ, bir İslâm âlimidir.
Bir mütefekkirdir.
Bir mutasavvıftır.
İslâm’ı ihsan makamında anlamaya çalışan büyük bir gönül insanıdır.

Bir âlimden nasıl istifade edileceğini biliyorsak, Mevlânâ’dan da öyle istifade etmeliyiz.
Çağının münevveridir; fikir dünyamıza düşüncelerini taşımamız gerekir.
Zamanının büyük mutasavvıfıdır; gönül dünyamızı onun nefesiyle diriltmeliyiz.

Şeb-i Arûs’un devlet eliyle organize ediliyor olması, bir tiyatro gibi icra edilmesi, bir şova dönüşmesi bizi Mevlânâ’dan uzaklaştırmamalıdır.

Evet, biz bu tarzın insanı olmayabiliriz.
Evet, Mevlânâ’yı bu şekilde anmıyor, anlamıyor olabiliriz.

Ama o zaman şu soruyu sormak zorundayız:
Biz neden kendi usulümüzle hiçbir şey yapmıyoruz?

Özel bir program düzenlemesek bile, haftalık sohbetlerimizi, aylık toplantılarımızı, dost meclislerimizi neden Şeb-i Arûs gününe denk getirmiyoruz?
Neden o günü gündemimize almıyoruz?

Amerika’dan, Rusya’dan, Fransa’dan insanlar o gün için Konya’ya geliyor.
Biz ise burnumuzun dibindeki değeri fark edemiyoruz.

Belki de Konya’da yaşıyor olmak, bir dezavantaja dönüşüyor.
Yakınlık, alışkanlığa…
Alışkanlık, sıradanlığa…

Olağanlaşmayı kırmanın yolu, şehre dışarıdan bakabilmektir.
Belki Akyokuş’a çıkıp Konya’yı yeniden temaşa etmemiz gerekiyor.

Hani Efendimiz (sav), Mekke’ye bir de Cebel-i Nûr’dan bakmayı öğretir ya…
Onun misali…

Sıradanlaşmanın, olağanlaşmanın, heyecan kaybının tuzağına düşmeden; Mevlânâ’yı yeniden okumayı, yeniden anlamayı denemeliyiz.

Olağanlaşmaktan, sıradanlaşmaktan, heyecanını yitirmekten Allah’a sığınıyorum.

Allah bizlere yeniden heyecan, dinamizm, zindelik ve ümit nasip etsin.

Bu şehirde;
doğduğumuz, büyüdüğümüz, yerleştiğimiz ya da son demlerimizi yaşadığımız bu şehirde…
Mevlânâ Türbesi’ne her gün ilk defa görüyormuş gibi bakmayı deneyelim.

Bir sabah vakti Sultan Selim Camii’ne yürürken, sanki İslâm coğrafyasında ilk defa bir şehre gelmiş gibi yürüyelim.

İnanın, o zaman hem Konya’nın hem Mevlânâ’nın bize çok şey söylediğini, çok şey anlattığını göreceğiz.