Siyah Yıldızlar

İbrahim Çolak

Altay eteklerinde muhayyel bir Türk Hanlığında korkunç bir ihtilal çıkıyor, 
hükümdarı çarmıha geriyorlar, on bir erkek çocuğunun gözlerine mil 
çekiyorlardı. Bu haileden yalnız en küçük şehzade kurtuluyordu. Çünkü onu 
henüz kesilmemiş uzun saçlarına bakarak bir kız çocuğu sanıyorlardı. Dadısı 
birçok seneler şehzadeyi sakladıktan sonra sırrın meydana çıkmasından 
korkuyor , eline bir asa vererek onu huduttan çıkarıyordu. 

Küçük şehzade derbeder bir yaşayış içinde tek başına Hindi, İran'ı 
dolaşıyor; senelerce yaylalarda çobanlarla, tekkelerde rintlerle yaşıyor, 
nihayet İran içlerinde yeni bir memlekete geliyordu.
 

         Küçük şehzade, sırrını hala saklıyordu. Ölümden korkmuyordu. Çünkü 
yaşamaktan zevk duymamıştı. Onu her dakika takibeden bir korku vardı ki 
kardeşlerinin akıbetine uğramak, ''Siyah yıldız''larını, yani gözlerini 
kaybetmekti. 

         Küçük şehzade, bu yeni memlekette çobanlık yapmaya başlıyor. Zengin bir 
kadının koyunlarını yaylaya götürüyordu. Bir gece yoluna devam ederken 
karşısına baştan başa vahşi sarmaşıklarla kaplanmış bir duvar çıkıyor. 
Yoldan geçen dervişe bunun ne olduğu soruyor: İhtiyar adam, bu kocaman kale 
duvarlarının arkasında bir saray ile bir bahçe olduğunu söylüyor. Hükümdar, 
güneşten bile kıskandığı on iki karısını burada muhafaza edermiş. 

Küçük şehzade, garip bir cazibeye tutuluyor, her gece bu duvarın karşısına 
gelerek saatlerce düşünüyor


Karanlık bir gecede duvarın bir tarafında beyazlı bir kadın fark ediyor. 
Küçük şehzade, bunu evvela bir gece hayaleti zannediyor. O, bir hayalet 
değil, padişahın en küçük karısıdır. Ne o muhteşem masal sarayı, ne o güneş 
girmediği için bütün çiçekleri renksiz açan bahçe onu tatmin edememektedir. 
Duvarın sarmaşıklarla kaplı bir köşesine sellerin açtığı gizli bir delikten 
her gece böyle dünyaya çıkıyor. 

Parlak ''Siyah Yıldız''lı çobanla soluk yüzlü sultan arasında derin bir aşk 
başlıyor. 

        Birçok geceler gökyüzünün yıldızları yukarıdan dünyanın en güzel bir aşkını 
seyrediyorlar. Aşk, gözlerini öyle bürümüştür ki, bir gece karanlıkta yavaş 
yavaş hareket eden, yavaş yavaş etraflarını saran uzun mızraklı gölgeleri 
göremiyorlar. 

Çoban, tehlikeyi fark ettiği vakit iş işten geçmiştir. Fakat o, şimdi bir 
çoban değildir. Sevgilisinin büyük bir tehlike geçirdiği bu dakikada 
damarlarındaki eski cengaver kanı birdenbire tutuşan bir hükümdar çocuğudur. 

Asasını mızrak gibi kullanıyor, sevgilisini o gizli duvar deliğinden 
kaçırıncaya kadar korucularla dövüşüyor. 

Ertesi günü çobanı hükümdarın karşısına çıkarıyorlar. Tehditler, işkenceler 
nafiledir, küçük şehzade, sevgilisinin hangi sultan olduğunu, vahşi bir 
inatla saklamaktadır. Onu karanlık bir hücreye kapıyorlar, günlerce süren 
uzun müzakerelerden sonra bir çare bulunuyor. 

          On iki sultanı birer birer çobanın önünden geçireceklerdir. Sevdiği kadını 
tanıdığı zaman mutlaka kendini tutamayacak, bir ses veya hareketle değilse 
bile hiç olmazsa gözlerinde yanıp sönecek bir ışıkla sırrını meydana 
koyacaktır. 


Hükümdar, iki kor ateşi gibi parlayan gözlerini çobanın gözlerine dikerek 
beklemektedir. Her yeni örtü açıldıkça gözyaşlarıyla ıslanmış, korku ile 
solmuş yüzler meydana çıkıyor. Fakat çoban, hepsine aynı sakin çehre, aynı 
dalgın nazarlarla bakıyor. 


          Sultan, geçirdiği tecrübeye rağmen ertesi gece yine aynı duvar deliğinden 
dışarı çıkıyor, çobanı aynı ağacın dibinde buluyor: ''Buradan kaçalım. Beni 
nereye istersen götür.'' diyor. Çoban, bir peygamber tevekküllüyle gülüyor, 
gözlerinde hala o dalgın bakışla: ''Artık kaçmamıza imkan kalmadı. Sen 
yolları bilmezsin. Ben, seni sevkedemem. Seni karşımda gördüğüm vakit 
gözlerimin, sırrımızı gizleyememesinden korktum, dün gece zindanda kendi 
elimle gözlerime mil çektim. Siyah Yıldızlar'ım artık görmüyor.