Hayatın değişmez bir kanunu vardır: İnsan, layık olmadığı şeyi üzerinde uzun süre taşıyamaz. İster bir makam olsun, ister bir servet, isterse bir itibar; eğer temeli sağlam karaktere, çalışmaya ve hak edilmişliğe dayanmıyorsa, eninde sonunda o yük insanın omuzlarından kayar, yere düşer.
Bu durum sadece büyük sorumluluklar için geçerli değil. Küçük mutluluklar, dostluklar, hatta sahip olunan bir kitap, bir bilgi kırıntısı bile aynı ilahi yasaya bağlıdır. Bazen bir insanın eline büyük bir fırsat geçer; ancak eğer onu taşıyacak olgunluk ve emek birikimi yoksa, o fırsat en büyük yük olur. İnsan, sırtına aldığı yükün ağırlığıyla ezilir; sonunda ya taşıdığı şeyi kaybeder ya da kendi dengesini...
Toplumda sıkça görürüz: Bir anda parlayan yıldızlar, göz kamaştıran kariyerler, şatafatlı hayatlar... Ancak kısa bir süre sonra hepsi sönüp gider. Çünkü insanı gerçek anlamda güçlü kılan, sahip oldukları değil, hak ettikleri ve onu nasıl taşıdıklarıdır. Bir tacı taşımak için sadece başa değil, ruha da sağlam bir temel gerekir.
Layık olmak, emek vermek, sorumluluğunu üstlenmek, gerektiğinde bedel ödemeye hazır olmak demektir. Bir ağacı düşünün; toprağa kök salmadan büyümeye kalkarsa, en küçük fırtınada devrilir. İnsan da böyledir. Kökleri sağlam değilse, taşıdığı her şey birer yük haline gelir.
Belki de bu yüzden, bazen istediklerimizin neden olmadığını sorgularken şunu da düşünmeliyiz: Acaba gerçekten hazır mıyız? Layık mıyız? Çünkü hayat, bize ancak taşıyabileceğimiz kadarını verir. Ne eksik, ne fazla...