Türkiye, Sadece Türkiye'den mi İbarettir?

Mehmet Toker
Dünya haritasına baktığımızda, Asya'dan Avrupa'ya doğru uzanan Anadolu yarımadası ve Trakya üzerinde bulunan Türkiye Cumhuriyeti, fiziki olarak 783.562  kilometre kareye hapsedilmiş bir devlet olarak gözüküyor olabilir. Ancak devleti, devlet yapan unsurlar, sadece sahip olmuş oldu olduğu topraklar ve o topraklar üzerinde kurmuş olduğu siyasal sistem değildir. O toprakların ve siyasal sistemin tarihi derinliği, aynı zamanda o topraklar üzerinde yaşamanın vebalini ve mükellefiyetini de vatandaşlarına yükleyen bir amildir. Türkiye'deki en ufak ekonomik hareketlenmeler yada toplumun üzerinde infiale sebep olabilecek dalgalanmalar, kırılmalar veya Türkiye'nin almış olduğu kararlar, atmış olduğu adımlar, neredeyse bütün dünya tarafından izleniyor, bütün halklar tarafından gözlemleniyorsa o devletin tarihi izdüşümü sadece kendi sınırlarıyla kayıtlı değildir.
 
 
Her ne kadar birileri günümüzde reddetmeye kalkmış olsa da veya "Gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi" bir hayat anlayışı olarak kabul edip, bunu yaşam felsefesi haline getirmiş olsalar bile "Çanakkale'den Christchurch'e Ne Değişti?" (19 Mart 2019 tarihli yazım) başlıklı yazımda ifade ettiğim gibi "Siz, tarihinizi ne kadar inkar ederseniz edin, tarih sizi inkar etmiyor" gerçeğini göz ardı edemeyeceğimizi artık anlamış olmamız lazım diye düşünüyorum. Ülkemizde yaşanan bir yerel seçim bile, Ortadoğu'dan Balkanlar'a, Kırım'dan Orta Asya'ya, Hint alt kıtasından Afrika'ya, bir coğrafyada takip ediliyorsa, oradaki insanlar sizin başarılarınızla övünüp, sizin başarısızlıklarınızla ümitsizliğe kapılıyorsa demek ki gönül coğrafyası dediğimiz alan ve kilometre kare çok daha geniştir.  Onun ötesinde, ülke ve toplum olarak ekonomik gelişmeleriniz yada toplumsal birlikteliğiniz yada ayrışmalarınız dünyanın siyasal yapısını şekillendiren devletlerce ve o devletlerin arkasındaki gizli egemen güç ve lobilerce sıkı sıkıya takip edilip,  pozisyon alınıyorsa, etki alanınız sadece sınırlarınızın içi veya sınır komşularınız değildir.
 
Ülkemizin sahip olmuş olduğu jeostratejik konum, elbette ki dünya üzerinde bir güç dengesi oluşturmaktadır. Bizler farkında olmasakta,  jeopolitik ve jeostratejik görünümümüz dünya siyasal düzleminde ağırlık merkezini oluşturmaktadır. Tarih bilinci dediğimiz husus veya ülkemizin dünya üzerindeki özgül ağırlığı, jeostratejik durumu, gönül coğrafyası üzerindeki belirleyici rolü, yetişmekte olan nesillere, özellikle Z kuşağına iyi anlatılmadığı zaman, yarınlarımız için pek de ümitvar olamayız. Yetişmekte olan nesillerimizin, mekansal aidiyet algısı bulanık bir düşünce dünyasına tekabül ediyorsa, iç açıcı bir istikbalin bizleri beklediğini söyleyemeyiz.
 
Günübirlik ekonomik çıkarlar yada bireysel menfaatlerin ön plana çıkarılmış olduğu anlayışlar, büyük düşünmenin önündeki en büyük engel olarak gözükmektedir. Özellikle 28 şubat süreci sonrasında doğan, bugün 18-25 yaş aralığında olan Z kuşağı diye adlandırılan, jenerasyonumuz sadece ve sadece gelecek kaygısıyla hayata hazırlandıklarından dolayı gecekondu(!) küreselleşme anlayışı ile millet, bayrak, vatan, devlet gibi manevi değerlerin, manevi mekanların anlam dünyalarında bir karşılığı olmamasından dolayı, çok farklı savrulmalar yaşayabilmektedirler. Özellikle, sahip olmuş oldukları maddi ve manevi imkanların değerini ve kıymetini anlayamamaktadırlar. Kişisel maddi çıkarlarını, hatta ve hatta hedonist itmi'nanlarını, yukarıda ifade etmiş olduğum manevi değerlerin önüne koyabilmektediler. Halbuki tarih bilinci, millet anlayışı, bayrak sembolünün ifade etmiş olduğu hürriyet ve bağımsızlık duygusu, vatan ortak paydasında, aynı devletin çatısı altında yaşamanın değeri kavratılamadığı için sorumsuz, sığ bir gelecek inşa edilmektedir. Sahip olmuş olduğumuz tarihi mirasımız ve o tarihi mirasın omuzlarımıza yüklemiş olduğu mükellefiyetin vicdanımıza şöyle fısıldaması gerekiyor. "Eğer sen, Anadolu'da tökezlersen; Afganistan'daki, Pakistan'daki, Hint alt kıtasındaki,Afrika'daki, dünyanın dört bir tarafındaki kardeşin baş aşağı düşer. Sen Anadolu'da hapşırırsan, Bosna'daki, Makedonya'daki kardeşin grip olur, nezle olur. Anadolu'da sen, gafletle uyuyakalırsan; Ortadoğu'daki, Kırım'daki, Doğu Türkistan'daki Myanmar'daki kardeşlerin ölüm uykusuna yatar."
 
Onun için Anadolu'da yaşamanın, Türkiye vatandaşı olmanın sorumluluğu sadece kendi sorumluluğumuz yada bireysel çıkarlarımız, maddi menfaatlerimiz ekseninde değerlendirilemez. Türkiye'de yaşayan Türkler, (Irk olarak kasdetmiyorum. İsmet Özel'in tanımı ile... veya Yeni Zelanda canisinin anladığı manada) sadece Türkiye'den sorumlu değildir. Türkiye sağlam olursa, güven veren istikrarlı bir devlet olursa, onun sayesinde barış ve huzur içerisinde yaşayacak gönül coğrafyasına dağılmış onlarca topluluk vardır. Bu gerçekle gençliğimizin en kısa zamanda yüzleştirilmeleri gerekiyor. Yeni Zelanda'da ki camilere  yapılan saldırının üzerinden 16 gün geçti. Özellikle ülkemizdeki fikir beyan eden kimseler, saldırının sebep-sonuç ve küresel çaptaki mesajlarını anlamak ve anlatmak yerine; Yeni Zelanda başbakanı Jacinda Kate Laurell Ardern'in humanist illüzyonizmi ile ülkesinin sarsılan  imajını düzeltmesine takıldılar. Ülkesinin sarsılan imajı, olumsuz ve negatif  mesajı, başbakanın ve tören esnasında görevli polis memurlarının başına örttüğü başörtüsüyle kapatılmış oldu. Saldırganın mesajları ve arkasındaki güç odakları hasıraltı edildi. Türkiye'ye ve Türkiye'nin temsil ettiği İslam dünyasına yönelik kin, nefret, intikam mesajları halının altına süpürüldü. 1935'te camiden müzeye çevrilen Ayasofya, sıradan bir cami gibi algılanarak, Türkiye'deki seksenbin camiden birisi olarak kaldı. Ayasofya'nın sembolize ettiği manevi mekansal değer buharlaştırıldı. Sosyal medyada arz-ı endam eden Z kuşağından  bir takım kişiler, "Fatih'te kim oluyor? Atam, müze yapmışsa kimse onu tekrar camiye çeviremez" laubaliliğine kadar pespayeleştiler.
 
Halbuki gençliğimize, hassaten Z kuşağına, Türkiye'nin sadece Türkiye'den ibaret olmadığını, sahip olduğu ve reddedemediği tarihi mirası ve jeostratejik konumu ile özgül ağırlığının tüm dünyanın humanist duygularla yaklaşmadığı, bilakis düşmanca bir anlayışla istila ve işgal tahtasında hedefe koyduğu bir ülke olduğumuzu anlatabilmiş olabilseydik; elli Müslümanın hayatına mal olmuş olan bu krizi belki beş milyon  gencin uyanmasına, mükellefiyetlerinin farkına varmasına vesile olacak olan bir fırsata çevirebilirdik. Ancak Z kuşağındaki gelecek kaygısı, ekonomik refahın, bireysel menfaatlerin, toplum ve devlet menfaatlerinin önüne geçmesinden dolayı, bilinçlenme fırsatı bize çok uzak kaldı. Bu uzak kalmasının cezası 4-5 yıl sonra belki de daha ağır bir şekilde topluma fatura edilecek. Lise müfredatında, gelecek kaygısı içerisinde güdülemiş olduğumuz gençlerimize, Türkiye'nin dağlarını, ovalarını, yaylalarını, ezberletmek yerine; Ankara'da, İstanbul'da rahat yaşayabilmek için, kaygıdan uzak, huzur içerisinde başımızı yastığa koyup uyuyabilmek için, Kerkük'ün, Musul'un, Süleymaniye'nin huzur ve güven içerisinde olması gerektiğini kavratabilirsek geleceğimiz adına ümitvâr olabiliriz. Türkiye'nin ekonomik olarak güçlü olmasının, ekonomik krize girmemesinin yolunun IMF'e borçlanmak olmadığını, Pakistan, Afganistan, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin, Afrika'nın ekonomik durumunun iyi olması ile doğrudan doğruya bağlantılı olduğunu öğretebilirsek;  gelecek adına menfaat odaklı kaygı da duymamış oluruz. 2023'e giderken en büyük sıkıntımızın, istikbal ve istiklal vizyonu olmayan; gelecek kaygısı çeken genç nüfus olduğunu bilmemiz gerekiyor. Pazar akşamı ortaya çıkan neticeye bir de bu zaviyeden bakalım, ne dersiniz?