Sıradan ve öylesine biri olmayı başarabilir miyim? Oysa alışkanlıkları olan prensiplerine bağlı biri değilim yine de katı bir tarafım var, değiştiremem ha deyince her şeyi, misal giydiğim ceketi, alışveriş yaptığım bakkalı, kullandığım yolu ki değilse kaybolmaktan korkarım. Kırık dökük de olsa iyi niyetlerim ve yenilgilerim var. Aksayan bir dilim ona münasip bir sesim var. Gelip geçiyor gibiyim işte hayatın bana ayrılan ve yazılan sahnelerinden. Çok değil üç beş sayarsın ve sahne kararır perde kapanır.
Oldu bir müddet, her sabah kullandığım yolu değiştirdim, zor karardı doğrusu. Şehir yoruyor azizim, bu şehir değil diyorum benim yerim, diyorum da “gel diyen yok, git diyen çok.” Her neyse mevzu şimdi ben değilim. Yolumu düşürdüğüm güzergâh geçiyor bir parkın içinden, sakin bir mevki oldukça da eski, ağaçlar, evler, taşlar çeşmeler düne dair belli. Parkın ortalarında bir yerde büyükçe bir meşenin gölgesinde bir bank var. İlk günlerde çarpmadı gözüme, çekmedi dikkatimi, sonradan fark ettim bir adam var, oturuyor mütemadiyen, sabah akşam demeden. Tesadüf müdür dedim, dikkat kesildim, arada bir selam verdim ve adamı hep orada buldum.
Her sabah, şehir daha tam uyanmadan, ben de sabahın ilk ışıklarıyla birlikte parkın o kadim, heybetli meşelerinin gölgesindeki banka varır oldum. O bank, sadece ahşaptan ve demirden yapılmış bir oturma yeri değil, aynı zamanda zamana, yalnızlığa ve bir tür sessiz direnişe adanmış bir tapınaktı sanki. Ve her sabah, tıpkı bir gezegenin kendi yörüngesinde dönmesi gibi, o adam da oradaydı.
Adını hiç sormadım, o da hiç söylemedi. Onu sadece "Banktaki Adam" olarak tanıdım. Üzerinde her zaman aynı tonda, griye çalan, ütülü bir ceket ve gözlerinde, yaşanmışlıkların derinliğini gizleyen ama aynı zamanda hepsini kucaklayan bir ışık vardı. Elinde her zaman bir tomar kâğıt ve bir kalem bulunurdu. Bankta oturduğu vakit boyunca, o kâğıtları doldurur, bazen durur, gökyüzüne bakar, bazen de yazmaya geri dönerdi. Sanki dünyanın tüm anlaşılmamış cümlelerini tek başına kâğıda dökmeye çalışıyordu.
Her sabah olduğu gibi akşamları da düşürür oldum yolumu parka. Bir gün bile olsun bulamadığım olmadı onu. Bana inat mı yapıyor burada mı yaşıyor, evsiz mi kimsesiz mi, geceyi de burada mı geçiriyor merak etmedim değil doğrusu. Öte yandan bunları bilince kaybolacak ve kaçacak sandım bu ilginç ve huzur verici buluşmanın sonu.
Her sabah iki simit aldım, zaten ben bir tane simit hiç alamadım. Hem simitçiye ayıp olur tek simit de neymiş dedim hem de vardır diğerinin de bir nasibi dedim. Aldığım simidin birini ona uzattım diğerini kendim böldüm, yarım simitle doyarım zaten. O da simidin yarısını koparır, yarısını da bankın önündeki güvercinlere, tıpkı bir kraliçenin hazinesini halkına dağıtır gibi yavaşça bölerdi. Güvercinler, bu anlık cömertliğe alışkın, telaşsızca etrafını sarardı.
"Günaydın," derdi sadece, sesi yosun tutmuş bir çeşme suyunun sesi gibiydi; dingin ama sürekli. Kimi insanın sesi soluğu huzurdur, duymasan eksilirsin, iyi ki dediğin sesler ve sahipleri gibi. Hani bu adamın “günaydın” dediğini hem de candan gelerek dediğini bilmesem yarım kalacaktı günün yarısı.
Bir ayinmiş gibi simit ikiye bölünür yarısı ağzımızda lokma diğer yarısı güvercinin kursağında. Sonra, o gizemli an gelirdi, ellerini birbirine vurarak silkeler, derin bir nefes alır, karşıdaki evlerin birine gözünü diker sonra birden bana dönerdi. Bir gün bir mısra okurdu diğer gün bir türkü nakaratı, bir gün bir şarkı mırıldanırdı diğer gün bir roman cümlesi ve lakin sözü, şiirleri, türküleri hep aynı şeyi söylerdi: yol, yolun hikayesi, yolda olmanın neşesi, “anladın mı şimdi gözüm” derdi sonra susar ses etmezdi.
"İnsan, varış noktasını değil, yürüdüğü yolu kutsamalıdır," dedi bir keresinde, güvercinlerin sesleri arasında. "Beklemek, sadece bir eylem değil, bir kabul biçimidir. Her şeye rağmen beklemek; doğanın döngüsüne, sabahın geleceğine olan sarsılmaz inancın ta kendisidir." Felsefe midir bu divanelik mi, sevda mıdır, hicran mı? Bana mı diyor bunları kendine mi kahrediyor, ders mi veriyor yoksa erenlere mi karışıyor?
Ondan hayatı hakkında bir şey öğrenemedim. Evi barkı, kimi kimsesi... Hepsi sisler içindeydi. O, sadece o bankın, o ağacın ve o anın somut haliydi. Sanki o, dünyanın karmaşasından biraz uzaklaşmış, kendi içindeki evrende yaşayan bir dervişti.
Aylar geçti, mevsim değişti, yapraklar sarardı, kışın ayazı bankı dondurdu, ama o hep oradaydı. Yolda olmanın erdemini ve beklemenin gücünü kendinde test ediyor ve benim buna şahit olmamı istiyor gibiydi. Tomar tomar kağıtları, ceplerinden taşıyor, kalemi köreldikçe çakısıyla açıyordu. “Ben gibi” demiştim bir gün “ben de severim kurşun kalemi” şöyle bir baktı ucu kırık bir kurşun kalemi avucuma bıraktı. Tekrar döndü karşıdaki evin bir penceresine bakmaya, dalıp gitti ta ki evin ışıkları sönünceye dek.
Sonra bir Eylül sabahı, hani yaprakların dallarından bıkıp usandıkları ve ayrılıp gittikleri o mevsim. Aynı yol aynı park aynı bank… Bank boştu. Hava o gün biraz nemliydi, meşelerin yaprakları daha bir ağırdı sanki. Banka yaklaştım, sadece sabahın serinliği vardı. Bir an için bunun bir tesadüf olduğunu düşündüm; belki biraz geç kalmıştır. Bankın ucunda üzerine taş konmuş kağıtları buldum ve bekledim. Yediyi geçti, yediyi çeyrek geçti... Güvercinler, her zamanki gibi aynı saatte gelmişlerdi ama seslerinde gariplik, sanki ince bir hüzün vardı.
Elimde tuttuğum kâğıdı evirip çevirdim, sararmış solmuş ve kenarları yıpranmış kağıtlardan biriydi. Üzerinde, o kendine has, zarif ama kararlı el yazısıyla sadece iki cümle yazılıydı: "Şehir benim için bitti. Güvercinler aç kalmasın emi."
Karşı pencereye baktım, perdeler sökülmüş yerine “Kiralık” yazısı asılmıştı. O an, birinin yolculuğunu tamamladığını anladım. O, benim ve güvercinlerin hayatına bir yolcunun girip bırakması gereken en anlamlı izi bırakmıştı. Belki de "şehir onun için bitmişti," çünkü yazdığı her şeyi yazmış, bekleyeceği her şeyi beklemişti. Gitmesi gerekiyordu, zira yolda olanın asla sabit bir durağı olmazdı.
Boş banka oturdum. Güvercinler, hâlâ bekleyiş içinde bankın etrafında dönüyorlardı. Parmaklarım usulca kâğıdı okşadı. O gün, ilk kez ben, simitlerden ikisini de olduğu gibi güvercinlere ayırdım ve bankta oturup, ne yazacağımı bilmeden kâğıtları açtım, ucu kırık kalemi çıkardım. Sahi şimdi ben ne yazacaktım?