İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Dağlım, sana yazarken kendime yazdım.

Dağlım, sana yazarken kendime yazdım.

Dün gece, satacağım kitapları tasnif ederken yıllar önce okuduğum bazı kitaplar elime geçti. Altını çizdiğim cümleleri yeniden okudum ve şunu fark ettim ki on yıl sonra bugün yine aynı cümlelerin altını çizerdim. Yani insanın “değişmesi” öyle çok da kolay değil. Kendini değiştirmekte zorlanan insanın bir başkasını “değişime” zorlaması komediden, zorlama bir gayretkeşlikten başka nedir?

        Yine dün gece kitaplarla boğuşurken fark ettim ki, bunca kitabı ekonomik olarak en kötü zamanlarımda almışım. Arabasını, cep telefonunu, mobilyasını, evini, borçlarını, gezeceği yerleri… Hülasa parasını sayacak duruma gelen insanların kitaplardan uzak kalmasını -sanırım- anlıyorum!

        Okuduklarım hayatımı ne kadar değiştirdi? Değiştirmesi gerekiyor muydu? Bilmiyorum. Bildiğim, bunca okumanın yalnızlığımı artırmış olmasıdır.

        İnsan ki arayan, soran ve sorgulayandır. Bunu yapmaya çalışıyorum.

        Zaafım olan konularda, süslü ve kocaman bir balona benziyorum. Süslü ve kocamanım ancak ufacık bir iğne patlatıyor beni. Bunun üzerine kafa yormalı, iğnelerden uzak durmanın yolunu bulmalıyım.

        Bildiğim bir düşmanım yok, ancak düşmanım olsa da düşmanımın mert, sözünü incelikle -kabalığa da razıyım- söyleyenini daha çok sevdiğimi, sevmek değilse bile hakkını teslim ettiğimi fark ediyorum. Arada duran, “Ya ben öyle düşünmemiştim…” riyakarlığına -salaklığına- yatanları sevemiyorum. Ve ne hazin ki bu insan modelinden çokça var.

        Son on beş yirmi gün içinde dostlarımdan poşet poşet elma geldi. Odamın her yanı elma. Odama girerken, “Elma kokulu odam, selamünaleyküm!” diyorum. Sonra durup düşünüyorum. İçimizde, içimizin her yanında da elma olsa ve elma koksak, nergis koksak, gül koksak. Oysa ne elma, ne nergis, ne gül kokuyoruz. Kokumuz sentetik, kokumuz güvensizlik, kokumuz sevgisizlik.

        Üşümelerimizi kapatmak için saçma işlere-ilişkilere yöneliyoruz. Bazen okumak, yazmak, kurslar, etkinlikler de buna dahil oluyor. Kaçmanın sonu yok, kaçmanın modeli çok!

        Açığa çıkardığımız duygularımız talan edildiği için birçok duygumuzu baskı altında tutan tutarsız, korkak ve yalancı insanlara dönüşüyoruz. Kimsenin kimseyi suçlamaya hakkı olmuyor; birbirimizi sahici olmayan davranışlara, ilişkilere çağırıyoruz.

        Yaşamadaki bütün başarıların kaçırılan başarısızlıklar olduğunu söylemek, düşünmek inkardır, nankörlüktür.

        Sanıyorum ki gerçek açlığımızı geçiştiriyoruz. Her manada böyle bu. Şuna benziyor. Fiziksel açlığımızı çubuk kraker, cips, çikolata gibi şeylerle geçiştirmek gibi. Duygusal olarak da farklı değil. Emek vermeden, güvenmeden, hazır, paket hale getirilmiş ifade ve cümlelerle seviyor, seviliyor sonra da bitiriyoruz. Örselenmişliğimiz ve kirlenmişliğimiz yanımıza kar kalıyor!

        Ne biz herkesi sevebiliriz ne de herkesin bizi sevmesini sağlayabiliriz. Hislerimize güvenmek, hislerimizle yaşamak durumundayız. Çok zaman şunu fark ediyorum kendimde: Bir insanı hissetmeye çalıştığımda, benimle uyuşmayan, beni dinlemeyen bir yanı var; -ki bu o insanı kötü kılmaz- olmayan, yürümeyen, metafizik bir şeyler var. Zorluyor, yeniden ve yeniden bir daha deniyorum. Arada saman alevi ölçüsünde güzellikler olsa da yanlış diş alıp ağzı tam kapanmamış şişeye benziyor ilişkimiz. Sonra şişedeki su akmaya başlıyor. Buradan şu anlaşılmasın. İki insan birbirini yüzde yüz karşılayamaz. Bunun mümkünlüğü sevmek, anlayışlı olmak, saygı duymak ve ucuzluğa tevessül etmemekle mümkün.

        Tekrar olsun: Hissetmek ve hislerimize güvenmek durumundayız. Değilse varacağımız yer hüsran, kaybedeceğimiz zamandır.

        Konya’dan dönüyordum. Tren Polatlı’yı geçmişti, güneş batıyordu. Çok hoş, kelimeleri aşan bir görüntü vardı. Sanki kalbim, sanki dünyanın bütün kalpleri o batan güneşin içindeydi.

        Dünya aşktan var edilmiş değil midir? Her gün doğan ve batan güneşi görmeyen insanlarla iç içe yaşıyoruz. Aşkla yaşamak, aşkla beslenmek varken. “Soğukta kapı ve çerçevelerini yakıp ısınan insanlara benziyoruz.” Güneşe, aşka ve kalbimize sahip çıkamıyoruz. Çünkü ne istediğimizi bilmiyoruz.

        Günlerdir cebimde bir not kağıdı taşıyorum. Aklıma geldikçe tedirgin olduğum, sanki içten içe yüzümü ekşittiğim, bazen emin olmak için çıkarıp yeniden okuduğum tek bir cümle: “İnsanların asıl yüzünü görmek hem kolay, hem işe yaramıyor.” Tanımak, tanıdığımızı düşünmek nefsimizi ve dahi aklımızı çalıştırır Dağlım, sen sen ol aklından daha çok kalbini çalıştır.

        Mutluluk, geçmişi, başımızdan geçenleri gülümseyerek anmaktır. Aslında bu da kendi kendimizden dışarı çıkmak istemeyişimizin bir başka yolu değil midir?

        “Başka başka çatıların saçaklarında büyümüş iki yavru kuştuk biz. Sonrası, yavrular kanatlarını deneyerek göğe yükseliyorlar, gök onları içine almak için genişliyor.”

        “Mutluluk iyi yürekli bir kuldur.” Kendini değil insanları mutlu etmeye çalış Dağlım.

        Seni sevdim. Sen geldiğinde, “ruhumun kapılarında kilit olmadığından şöyle bir ittirmen yeterliydi. Kapıyı hafifçe ittin, içeri girdin. Bir de baktım; orada, içeride beni bekliyorsun. Bir daha da hiç dışarı çıkmadın.”

        Hepimizin içinde gerek yaşanmış ve gerekse düşlerle bezeli bir bahar sabahı vardır. Benim bahar sabahımda sen varsın Dağlım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR