Mehmet Toker

Mehmet Toker

Laiklik Zarf mı, Mazruf mu?

Laiklik Zarf mı, Mazruf mu?

KKTC Anayasa Mahkemesi 15 Nisan tarihli kararında, Din İşleri Komisyonunun, Kur'an Kursu düzenlemek ve hafızlık belgesi vermek gibi yetkilerini anayasaya aykırı buldu. KKTC Anayasa Mahkemesi'nin kararında, "Laik bir Cumhuriyetin varlığı için, ülkede din hürriyeti bulunması ve ayrıca din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrı olması gerekir. Bu kuralın gereği olarak, laik bir devletin dini kurumları, devlet fonksiyonları görmemelidir. Aynı şekilde devlet kurumları da din fonksiyonlarını ifa etmemelidir." dedi.
 
KKTC'de  anayasal bir kurum olan Din İşleri Dairesinin ve bu daireye bağlı Din İşleri Komisyonunun, dini eğitimleri düzenleyemeyeceği belirtildi. Bu kararla birlikte KKTC'de, Kur'an Kursları faaliyetinin durdurulduğu ilan edildi. KKTC, 15 Kasım 1983 tarihinde kabul etmiş olduğu anayasası'nda, Türkiye'nin 1982 cunta anayasasını esas aldığı net bir şekilde ifade edilebilir. Anayasanın 1. Maddesinde: "KKTC Devleti, demokrasi, sosyal adalet ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan laik bir Cumhuriyettir" denilmektedir.
 
Laiklik, bize ait bir terim ve kavram değil. Batı'nın kendine has fikri ve siyasi gelişimi çerçevesinde ortaya çıkmış, Fransız ihtilalinden sonra  cumhuriyet kavramının bir yönetim ve ahlak anlayışı  olarak resmi bir boyut kazanmıştır. Batı'nın sosyal ve çarpık dini yapısının ıslah edilebileceği ümidiyle, Kilisenin hegomonyasından yönetimi kurtarabilmek  zorunluluğu sonucu yüceltilen bir kavram olmuştur. Laiklik denilince her ne kadar akla ilk başta  Fransa geliyor olsa bile, ilk defa 16. yy'da İngiltere'de ortaya atılmış bir fikir akımı için kullanılmaya başlanmıştır. Laiklik,  "ruhbanlığa, kilise teşkilatına, hatta dini alana ait olmayan, halktan olan" anlamında Yunanca "laikos" kelimesinden türetilmiştir. İlk anlamı, "devletin dinler karşısında mutlak tarafsızlığını" ifade etmektedir. Devlet ve din ilişkileri değerlendirildiğinde bunlar belli iki kategoride düşünüle gelmiştir. Birincisinde, devletin belirli bir dinin ya da mezhebin esaslarına göre yönetildiği, diğer din ve mezheplere yaşama hakkı tanımadığı teokrasi. -Ki Avrupa'daki yüzyıl savaşlarının ve Haçlı/vahşi Batının dünya üzerindeki yapmış olduğu bütün soykırım ve katliamların sebebi budur-  İkincisi ise, tam anlamıyla devletin mutlak tarafsızlığı olarak kabul edilen laikliktir.
 
Ancak günümüze geldiğimizde laiklik, bu ilk anlamından ciddi manada bir sapmaya uğradığını, Batı'da sekülerizme evrildiğini, Türkiye'de ve geçen hafta KKTC'de örneğinde gördüğümüz haliyle de, İslam'a tahammülsüzlüğe evrildiğini ifade edebiliriz. Çünkü Türkiye, laikliği, Kıta Avrupasındaki gibi Kilise ve devlet arasındaki çatışmalar olmaksızın ya da dinler ve mezhepler savaşı gibi tarihi bir tecrübeye sahip olmaksızın Avrupa'dan ithal etmiştir. Buna da "Türk Tipi Laiklik" diye yeni bir isim takılmıştır. Türk tipi laiklik, Fransa'daki laiklik anlayışından daha ziyade, bu kavramın ilk ortaya çıktığı İngiltere'deki şekil ve sistemle ortak yapısal nitelikler taşımaktadır. Mesela İngiltere'de kraliçe, aynı zamanda Anglikan Kilisesi'nin de başında yer alır. Yani bir anlamda yerel/mezhepsel papa gibidir. Ülkemizde de dini işlerin organize edildiği Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhurbaşkanlığı'na bağlı bir kurumdur. Ancak bu bağlılık İngiltere'deki gibi organik bağlılık değil, daha ziyade sorumluluk bağlamında inorganik bir bağlılıktır. Fakat son yıllarda Fransa'daki laiklik anlayışının da Türkiye'deki ve geçen hafta KKTC'de yaşanan örnekteki laiklik anlayışına doğru evrildiğini de söyleyebiliriz.
 
En baştan değerlendirecek olursak, gerek Türkiye'de ve gerekse KKTC'de laiklik gibi bir tanımlamaya ihtiyaç var mıydı? Osmanlı ve Selçuklu döneminde bu topraklarda, 1000 yıl boyunca tam anlamıyla dini bir müsamaha ve dinsel çeşitlilik, huzur ve sükun içerisinde devam edegelmiştir. Osmanlı'da, İslam hukuku ve Hanefi Mezhebi yorumu esas alınarak meri hukuk oluşturulmuştur. Bu meri hukuk ülke sınırları içerisinde yer alan Yahudilerin, Ortodoksların, Katoliklerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Ezidi, Nusayri gibi farklı din ve kilise mensuplarının hem dini eğitim yapmalarına, hem de cemaat oluşturmalarına imkan vermiştir.  Hiçbir zaman için toplumsal bir çatışma söz konusu olmamıştır. Buna rağmen 1923'te idareyi ele alan Cumhuriyet elitleri "halka rağmen halk için" laiklik ilkesini ithal etmişler, ilkeyi kalkan olarak kullanıp nüfusun çoğunluğunu oluşturan Müslümanları baskı altına alma yoluna gitmişlerdir. Din eğitimi ve toplumun dini hayatı devlet tarafından belirlenmiş ve sınırlandırılmıştır.
 
Bugünde örneklerini  yaşadığımız, dinle alakası olmayan bir takım gazeteci, amiral, siyasetçi vb. kimselerin hâlâ Müslümanların ezanını, ibadetlerini, orucunu, kurbanını, haccını, dizayn etme çabası bu elitist zihniyetin bir devamıdır. Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir nokta var. Türkiye'deki Müslümanların ezanını, namazını, orucunu, kurbanını, haccını belirleme derdinde olan, inananları kendileri gibi yaşamaya ya da inanmaya zorlayan bu bu elitist kesimin, ülke sınırları içerisindeki diğer din mensuplarının ibadet ve dini yaşam alanlarına hiçbir şekilde müdahale ettiğine dair bir şey göremiyoruz. Mesela pandemiden dolayı, "Ramazan ertelenmeli" diyen, gazeteci geçinen, toplum mühendisliğine soyunan, eğitilmiş cahillerin, pandemiden dolayı "paskalya ertelensin, denizden haç çıkarma merasimi ertelensin ya da Noel ertelensin" dediğine şahit olamadık. Bu açıdan değerlendirdiğimiz zaman gerek Türkiye'de, gerek KKTC'de gerekse son zamanlarda Fransa'da laiklik ilkesinin Müslümanları baskı altında tutmak için ya da İslam'ın öğretilmesi ve yaşanmasını engellemek için bir sopa gibi kullanıldığını söyleyebiliriz.
 
KKTC Anayasa Mahkemesi, "ateş olsa cürmü kadar yer yakar, abartılmamalı" diye değerlendirmek de yanlıştır. Sinek küçük  olsa da mide bulandırır. Yarın bir gün Türkiye Anayasa Mahkemesi'de Kıbrıs'ın aldığı bu kararı emsal göstererek DİB'nın idaresindeki Kur'an Kurslarını kapatmaya, Kur'an/hafızlık eğitimini engellemeye dönük bir karar alabilir. Tıpkı 1928 ile 1950'li yıllar arasında olduğu gibi. Laiklik, ülkemizdeki kendi köklerini ve inançlarını açıkça ifade edemeyen elitist kripto azınlığın, kendi aristokrasilerini ve Müslüman Türk halkını sömürerek kurmuş oldukları burjuvazi yaşamı sürdürmek için arkasına sığındıkları bir kalkan ya da içlerindeki Müslüman düşmanlığını, İslam'a karşı olan kini kapatmak için kullandıkları bir ambalaj vazifesi görmektedir. Hem Türkiye'de, hem KKTC'de istenilen, ama açıkça dillendirilemeyen temel düşünce: "İslam devlete, topluma, eğitime, devletin diğer makro ve mikro yapılarına karışmasın ama biz burjuvazist bir anlayışla İslam'ın ve Müslümanların üzerinde belirleyici olalım, belirleyemediğimiz noktalarda cezalandırıcı olalım" anlayışıdır.
 
Şayet laiklik ilkesi gereği, devlet dine karışmayacaksa; mü'min bir kimsenin inancının kitabını ve esaslarını öğrenme ve uygulama hürriyetinden mahrum bırakılmaması gerekmektedir ki, KKTC Anayasa Mahkemesi'nin laiklik gereği almış olduğu karar bizzat laikliğe aykırıdır. Ama zihinlerinde laikliği ambalaj olarak kullanıp, Müslümanların hayatında belirleyicilik rolü oynamaya kalkanlar açısından bir hak gibi değerlendirilebilir. Toplumsal çatışmaların engellenmesi, tam bir din ve vicdan özgürlüğünün gerek ülkemizde, gerek KKTC'de hakim kılınması adına atılması gereken ilk adım, din ve vicdan özgürlüğünün üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi sallanmakta olan laikliğin kaldırılması olacaktır. Laikliği Fransa'dan ithal eden elitist toplum mühendislerine şu soruyu sormak gerekiyor. "1493'ten 1923'e kadar geçen 430 yıllık süre içerisinde dedeleriniz, kimliğinizi, dininizi laiklikle mi korudu, yoksa İslam'ın diğer dinleri ve din mensuplarını da kuşatıcı, kapsayıcı hukuk ve ahlâk ilkeleri ile mi korudu?"  Meselenin özgürlük değil, tahakküm meselesi olduğunu artık anlamamız gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi
SON YAZILAR