Mert Aslan

Mert Aslan

ANADOLU’DA UCUZA OTURMAK

ANADOLU’DA UCUZA OTURMAK

Devlet marifetiyle öğretilmiş resmî düşüncelere her zaman ihtiyatla yaklaşmışımdır. Çünkü devletler için toplumsal düzen ve huzur her şeyden önemlidir ve bunu sağlamanın en iyi yolu tornadan çıkmış keresteler gibi tek tip insan yetiştirmektir. Standart olandan nefret eder, hemen her konuda çeşitliliği ve farklı olanı severim. Benimle yaşayan ya da sohbete oturan biriyle her konuda aynı fikirdeysek, ikimizden birinin fazlalık olduğunu düşünürüm. Bana yeni bir şey katmaz, içimi daraltır, sıkar, bunaltır. Standartların hepsi yanlış olamaz elbette. İçlerinden doğru olan istisnalarını bir kenara ayırır ve korurum.

Örneğin ilkokuldan itibaren öğretilen birer klişe olarak “Üç tarafımız denizle, dört tarafımız düşmanla çevrilmiştir.” sözü anlamsız ve tehlikeli, ancak Anadolu coğrafyasının ne denli değerli bir yer olduğu yönündeki bütün bilgiler doğrudur. Atalarımızın iyi günlerinde olduğu kadar çöküş döneminde de ne kadar akıllıca davrandığının en açık kanıtlarından biri, Anadolu’yu yirmi milyon kilometreyi aşkın yüzölçümüne sahip muazzam bir devletin merkezine almış, dolayısıyla gerileme döneminin sonlarında çekilip en azından orayı muhafaza ederek bize devretmiş olmalarıdır. Başka nedenlerden de söz edilebilir; ancak bana göre bu aynı zamanda yüzyıllar sonrasına yönelik olarak işleyen müthiş bir aklın ve basiretin ışığını göstermektedir.

Cumhuriyetimizin yakın tarihine baktığımızda, gördüklerimiz bu ana düşünceyi destekler niteliktedir. Bugün Türkiye’de iç savaş olduğunu iddia edenler, iç savaşın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. 12 Eylül öncesinde yaşananlar, kusursuz bir iç savaştı. Çünkü bütün mahalleler diğerlerinden yalıtılmıştı, kimse ölümü göze almadan başka bir mahalleye gidemiyor, mahalleler arasında gece sızmaları ve baskınları oluyor, neredeyse her sokakta gece gündüz ölümcül silahlı çatışmalar yaşanıyordu. Sokak olayları başladığında, o günlerin yeniden hortlatılmak istendiğini düşündüm ve ürktüm. Sonunda halk canından bezmiş, “Kim gelirse gelsin, yeter ki bizi bu cehennemden kurtarsın!” diyecek hale gelmişti. İşte tam o anda ortaya çıkıp hükümeti deviren darbeciler “kahraman” oldular. Bu yüzden, İstanbul’dan başlayıp planlı olarak yurdun çeşitli yerlerine yayılan Türk polisi ile göğüs göğüse çatışma manzaralarının bir darbe hazırlığı ve girişimi olduğundan pek kuşku duymadım. Darbelere gerekçe yapılan maddelerin Anayasa ve yönetmeliklerden hızla ayıklanması gerektiğini söylemeye hazırlanıyordum ki, buna yönelik girişimler yapıldı; ama bunların asla ve kesinlikle yeterli olmadığının altını çizme gereksinimi duyuyorum.

Bir kere, Anayasa’da değerli Genelkurmay Başkanımızın görev tanımı ile ilgili mevcut maddede çağdaş demokrasilere yaraşır bir düzenleme yapılması zorunludur. Çünkü şu haliyle Türk Silahlı Kuvvetleri sivil otoriteye bağlı gözükmemektedir. Kabaca söylersek, “Genelkurmay Başkanı yapmış olduğu işlemlerden dolayı Başbakan’a karşı sorumludur.” ibaresi, kurumun ne Başbakan’a bağlı olduğu ne de onun emrinde olduğu anlamına gelir. Bu belirsizlik mutlaka ve bir an evvel giderilmeli, kurumun görev ve sorumluluk sınırları çağdaş demokratik bir düzenin mantığına uygun olarak yeniden çizilmelidir. Böylece yeni bir Anayasa yapılamasa da, en azından sivil otoritenin halktan kaynaklanan haklı iktidarı dışında kalan güçlerin kamu yönetimine müdahale olanakları en zayıf noktaya çekilmiş olacaktır. Çünkü iki başlı bir devletten halka hayır gelmez ve gelmemiştir. Belli bir döneme kadar iş başına gelen bütün iktidarların temel sorunu buydu. Seçimlerden önce halka binlerce söz veriyorlar, ama iktidara gelir gelmez tepelerine dikilen bazı silahlı bürokrasi unsurlarını memnun etmeye çalışmaktan ötürü, dönüp halkın istek ve gereksinimlerine bakmaya fırsat bulamıyorlardı.

Yeni tasama döneminde atılmak istenen yeni demokratikleşme adımları son derece isabetlidir; ama yeterli değildir. Dediğimiz gibi, yapılanlara bir ilave olarak Anayasa’da silahlı bürokrasinin görev tanımı bir iki kelimelik bir değişiklikle de olsa mutlaka yeniden yapılmalıdır.

Anadolu’da ucuza oturamayacağımızı bilmek zorundayız. 12 Eylül öncesinde milleti iki üç farklı ideolojik kampa göre ayırıp sokakları kan gölüne çevirdiler. O bitti, ama ardından Kürt kartını devreye sokup bizi otuz yıl boyunca çatıştırarak belimizi kırdılar. O da bitme noktasına gelince, bu sefer de tıpkı Kürt kardeşlerimiz gibi, geniş gönüllerine, candan dostluklarına ve cömertliklerine hayranlık duyduğum Alevî kardeşlerimiz başta olmak üzere birilerini kışkırtarak sokaklara saldılar. Bu yönüyle, en son sokak olayları aynı zamanda Alevî-Sünnî eksenli bir iç savaşın provasıdır.

Dünyanın azman güçlerinin Anadolu’da bizi ucuza oturtmak istemedikleri gerçeğini görüyor muyuz artık? Sürekli yeni iç savaş senaryoları üretip sahneye koyarak bizi kendi dertleri ile boğuşan bir ülke konumunda tutmaya çalıştıklarını daha net görüyor muyuz? Birbirimizi daima kardeş selamıyla selamlamak, kardeş tadında sevmek, birbirimize sevgiyle sarılmak, refah ve mutluluğu birlikte üretmek ve paylaşmaktan daha büyük bir değerimiz, daha erdemli bir eylemimiz olmadığını görebiliyor muyuz?

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mert Aslan Arşivi
SON YAZILAR