İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Gerçeküstü bir kayboluş

Gerçeküstü bir kayboluş

Dağlım, maralım, Dilem.

Geçen hafta dağlara çıktım. İnsanın ve insana dair eserlerin olmadığı dağlara doğru yürüdüm. Dağlar, zamanı ve dünyayı bekliyor gibi duruyorlardı. Uzun uzun yamaçlara baktığımda gördüğüm şu oldu: Onca geniş alanda sırıtan, sıra dışı, öne çıkan, merhametsiz bir şey yoktu. Yamaçlar, bir tarafıyla rengârenk diğer tarafıyla tek renkti. Dağlar, ormanlar ve gökyüzünün şarkısı ahenkliydi.  Dağlarda ve toprakta ahenk vardı, şehirlerde ve kalbimizde olmayan bir ahenk.  Şehir insanının, toprağa uzak durdukça kalbine de uzak kaldığını düşündüm Dağlım. Dağlara, sırt üstü uzandığımda pamuk pamuk bulutlara, adını bilmediğim onlarca ağaca, renk renk çiçeklerle dokunmuş kilim gibi duran çayırlara baktıkça yeniden iman ettim, yeniden ve bir kez daha “aşk” dedim. Aşk ki senin adındı.

Masallardan çıkıp gelmiş patika yollar buldum. Sulardan geçtim. Gölgelerin kapattığı küçümen bir köprü buldum. On adımlık ve artık kullanılmayan bir köprünün bile duymasını bilen insana söyleyecekleri vardı. Dinlemeye, anlamaya çalıştım. Yetmedi, üzerinde namaz kıldım derede abdest alıp. Köprüyü yapanlara dua ettim. Seni andım da âmin dedim.

Bir derenin kenarında ürkekçe su içmeye duran maralım; gönül ilacım, sevdam, Dilem. Bütün güzel cümlelerin, gülümseyen bir çift göz etmediğini gördüm, sevgi ve merhamet dolu gözlerine bakarken.

Elimde kitap; uzanıp kalmış, uyumuşum.  Saat yedi yoktu uyandığımda, hava soğuktu, üşümüştüm. Aklımdaydın. Başkaları güne nasıl başlardı bilmiyordum ama ben her yeni güne, birçoğunu uygulayamayacağım yeni kararlar alarak başlardım.

Bugünkü kararım, bundan böyle erken kalkmak ve seninle buluşur gibi yazıyla buluşmaktı. Gülümse istiyordum, gülümse ve ben güç alayım gülümsemenden. Gülümsüyor muydun bilmiyordum? Aklımdaydın.

Aklımdaydın: Uzaktan uzağa seni takip etmek gibi, geçtiğin yerlerden geçmek gibi; masum bir tebessüm, sakin bir kasaba limanı, uykudan uyanmış bebek, yağmurların ormanları yıkamasından sonraki buğu, sobanın üzerinde kızartılan ekmek ve anne kokusu gibiydi…

Otuz kırk adım kala görürdüm mutfakta yanan ışığı. Gecenin kaçı olursa olsun yanardı lamba. Dokuz kardeştik ve muhakkak ayakta olan olurdu. Mutfak dediğime bakmayasın. Uzunca bir odanın bir yanı mutfak olarak kullanılırken diğer yanı oturma odasıydı. Gecenin geç saatlerinde dönmüşsem eğer kız kardeşlerimden hangisi olursa olsun muhakkak patatesli yumurtam ve çayım yapılırdı. Annem arada bir, yan taraftaki odasından seslenirdi: "Daha yatmadınız mı?" Cevaben “Tamam anne, birazdan yatıyoruz…” diyeceğimizi ama yatmayacağımızı da bilir bir saat sonra yine aynı merhametli, koruyan, gözeten ve serzenişli ses tonuyla :  “Hadi yatın artık!” diyerek seslenirdi ve biz yataklarımıza çekilirdik. Nazlanıp şımarmamıza razı bir ses tonu olurdu annemin; yatağa girmeden önce yanına uğrar, öper okşar ve zaten derin olmayan uykusunu hepten kaçırırdık.

Bazen eve belirli bir uzaklıkta durur perdeleri kapalı ama lambası yanan o odaya bakardım. O oda benim geçmişimdi. O oda benim çocukluğum ve delikanlılığımdı. Askerliğimdi. İlk aldığım madalyanın ve kendi aramızda çıkardığımız duvar gazetesinin asıldığı odaydı. O oda kardeşlerimle yaptığımız coşkulu tartışmalar, o oda patates kızartması, o oda bizim beşiğimizdi. O perdelerin ardındaki loş ışık beni diri kılan ve içimi de aydınlatan ışıktı. O oda hürmetle ayağa kalktığım yerdi. O oda babamdı. Gelinler, damatlar ve torunlar vardı o loş ışığın altında. Ve o oda bayram yeriydi. Uzaktan seyrederken ait olduğumu bilmenin duygusuyla gurur duyduğum perdelerin ardındaki o oda, o loş ışık; üzüntümü ve sevincimi teklifsiz paylaştığım insanların varlığıyla ısındığım yerdi. O loş ışığın altındaki oda; Fatma’mın saçlarının kokusu, Atilla’mın kendine yakıştırdığı ukalalığı, Ömer’imin kızgın anında iki eliyle başını sıkması, Serpil ablamın, aile tarihimize kazandırdığı, “Oturduğunuz yerde deve izi yapmayın!” ikazıydı. Uzaktan seyrettiğim o oda, Emine ablam, Abdullah, Figen ve Ayfer’di. Ancak perdelerin ardındaki o oda, en çok da annemin kokusuydu.

Gül ki ateşlerden ve yangınlardan geçtiği için gül olmuştur. Aşk da güle benziyor. Yana pişe, düşe kalka ve sızlanmadan gül olacağız. Nedir ki zaten, gerçekten sevdim diyen insanın şikâyet hakkı yoktur Dilem.

Göğsümde uyuttuğum onca uzun gecenin sabahında sana gelmiştim. Sana türküler, sana yürümeler, sana heyecanımı getirmiştim. Seviyordum ve sanki etrafımda her ne varsa bunun farkındaydı. Başımı önüme eğiyordum. Yanında tuhaf, güzel, gerçeküstü bir kaybolmayı yaşıyordum.

Şimdi içimin kollarıyla, içimin kelimeleriyle, içimden sarılıyorum insanlığına, merhametine ve sevgine.

Ah, "Seni sevdiğimi biliyorsun değil mi?" diye sorduğumda “Biliyorum.” demeni de özledim ben senin.

Uzağımdasın da sanki yanımda gibisin, bunu nasıl yapıyorsun Dağlım?

Ellerin… Ellerin… Ellerini şiir saydım da sonuna kadar okuyamadım…
Gidecektim de zambaklara benzeyen ellerin bırakmıyordu.
Sonra gittim. Kalbin ellerindeydi ve ellerini saklıyordun.
 
Daha dün yanındayken ne kadar da mutluydum.
 
Bakışlarından bir demet çiçekle döndüm Ankara’ya.
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR