İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Güzeldi, güzel olduğunu bilmiyordu

Güzeldi, güzel olduğunu bilmiyordu

İnsanın yalnızca Allah’a aşikâr olan duygu, düşünce, iyilikleri ve günahları var. Sanıyorum ki Allah’a aşikâr, kullara gizli olanlarımızı arttırdıkça ‘güzel’ insanlar olacağız. Bu duruma çok yapıp az söylemek, bu duruma şikâyetten çok umudu, serzenişten çok selamı, tebessümü ve umudu çoğaltmak da diyebiliriz.

&&&

İnsan yerine konulmanın; güzel, olumlu, yüreklendiren sözler duymanın derdindeyiz. Sağlıklı ve Müslümanca olanı da budur. Bunları isteyelim, talep edelim… Ancak şunu da hiç unutmayalım: Bunları düşünen ve dile getiren, bu elbiseyi önce kendi giyecek, bu şurubu önce kendi içecek. Başkalarına söylemek, başkalarını beğenmemek basitliğine düşmeyecek.

&&&

Yemek ve giyinmek için harcadığımız zaman, emek, para… Bunlar için yapılan konuşmalar, dertlenmeler… Yediklerimiz ve giydiklerimiz üzerinden ‘hava’ basmalar, çalım satmalar… Temiz ve helalinden yemenin, güzel ve uygununu giymenin gerekliliğine de inanıyorum da bu iki kadim eylem/gereksinimin çoğu zaman abartıldığı düşünüyorum.

&&&

Orada öylece gösterişsiz, hatta çekingen, uzun bir yürüyüş yorgunu gibi oturuyordum. Özlemek yorgunuydum. Özlemek camdan bir çiviydi göğsümde. Çıkarmak istemiyordum. Çıkaramıyordum. Çıkarır gibi olduğumda daha da acıyordu kalbim. Dağlımdı. Özlemdi. Aşktı. Adını bilmediğim bir kralın, tebessüm ve merhamet dağıtan kızıydı. Prensesti. Masalımdı. Uzaktan gördüğümde nefesim kesilir gibi olmuş, ayların hüznü gözlerime hücum etmişti. Dağlım, elinde ne varsa hepsini fırlatmış bana doğru koşuyordu. Ağlamak istemiyor fakat ağlıyordum. Ne zaman yanıma ulaştı, ne zaman sarıldık, o halde ne kadar kaldık bilmiyorum. Üzerinde gök mavisi bir elbise vardı, ben “sevgiye” ben “merhamete” ben “gökyüzüne” sarılıyordum.

&&&

Güzeldi, güzel olduğunu bilmiyordu. Bu onu daha güzel kılıyordu. Dünyanın ortasında, narçiçeği ve leylak rengi bir yürek gibi duruyordu ve bunu bilmiyordu. Türkü söylerken gözleri ışıl ışıl oluyor ve sonra o ışıl ışıl gözlerine sis iniyordu. Şımarıktı, şımardığını bilmiyordu. Veriyordu, verdiğini unutuyordu. Yaşamayı ve insanı seviyor, güvenin ve abdallığın o ince sınırında rahatça dolaşıyordu. Güzeldi, güzel olduğunu bilmiyordu. Adı Dağlımdı.

&&&

Mutlu olmak isteyen hayata renk katmalı, almanın değil vermenin derdinde olmalıdır. Mutluluğun yolu vermektir. Ekmeden hangi tarladan mahsul toplayabilir ki insan? Bize düşen; Rabbimizin her gün, günlük olarak gönlümüze hediye ettiği güzelliği, merhameti, sadakayı gün bitmeden kullanmaktır. Bir gün sonra yeniden verilecektir. Bugün verilen bugünün hakkıdır ve kullanmak gerek. Bize verilen bugündür, yarın bizim değildir.

&&&

Çiçekle insanın farkı var elbet. Ki bu fark bizden değil Rabbimizin katındandır. İnsan da çiçektir!

Her insanı çiçek sayasın ve su versin Dağlım. Dikkatli bakarsan her çiçeğin rengi, kokusu, çiçeği ve mevsimi farklıdır. Sen su ver, ilgilen, merhamet göster de varsın çiçek sana küssün!

Çiçeğe, illa çiçek açmalısın demek kalplerin, zamanın ve çiçeğin sahibi olan Yaradan’a şirk koşmaktır.

Emeğimizin karşılığını “alamamış” olmanın hüznü anlaşılır bir durumdur lakin “verilmeyen” için ısrar ve asi olmak anlaşılır değildir.

Ah, insan severken de kâfir olabilir!

&&&

Sevmek; gökkuşağına benzer. Gökkuşağının renklerini ayırmayız, bütünüyle severiz.

&&&

Dört beş yıl kadar önceydi. Vergi dairesindeki bazı işlerim için Kocaeli’ne gitmiştim. Sabah erken saatlerde otobüs terminaline indim. Birkaç tur attım. Hava serin. Oturup bir şeyler yiyeyim dedim. Terminalin içindeki lokantanın dip tarafına, yüzüm dışarı gelecek şekilde oturdum. Çorbam geldi. Hem gelip geçeni seyrediyor, hem çorbamı kaşıklıyorum. Camın dibinde de sırtı cama, yüzü bana dönük birisi çorba içiyor. Yüzü bana dönük diyorum ya değil, başını çorbasına eğmiş içen biri. O çorbasını içiyor, ben onu ve gelip geçeni seyrediyorum. Sonra nasıl olduysa bu seyrettiğim insanın duruşunun bana bir şey söylediğini düşündüm. Bu duruşun söylediği şuydu: Yemek yerken insanlara yüzünü dönme. Evet, bulunduğum yer lokanta ve burada yemek yenir. Yani dışarıdan gelip geçenler için sürpriz değil içeride yemek yiyen insanlar. Fakat olur ki bir aç, olur ki naçar kalmış bir insan sizin yemeğinden etkilenir. Eksik anlattım, eksiği siz tamamlayın dostlar. Yemek yerken yüzünüzü insanlara dönmeyin.

&&&

Genç bir kardeşimle sohbet ediyoruz. Bir yıl kadar Konya’da kaldığını biliyorum. Anlatıyor: “Konya bana bir şey vermedi.” Anlatacaklarını bitirdi, benim aklım Konya’da, almakta, vermekte kaldı. Sordum: “Sen Konya’ya ne verdin?” Derdim birilerinin açığını görmek, ukalalık yapmak değil. Hatta bu niyetle hareket ettiğimde, her ne söylersem söyleyeyim, söz doğru olsa da anlamsızlığa bürünecek, etkisi olmayacak diye düşünüyorum. Unutmayalım, devam edelim. Gittiğimiz şehre, okula, sokağa, eve bizler ne götürüyoruz. Asıl meselenin bu olduğuna inanıyorum. Yoksa Konya bana bir şey vermedi demek kolay. Hatta daha gerçeğinin de şu olduğuna inanıyorum. Bizler götüren, bizler veren olmazsak ne Konya ne başka bir yer bize bir şey veremez. Almak isteyen önce verecek. Bu vesileyle bana hep veren, çok veren, gönülleri ve kolları açık Konyalı dostlarıma selam ediyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR