Osman Uzunkaya

Osman Uzunkaya

Hafız İsmail (86)

Hafız İsmail (86)

                Bu yörede komünist lakabıyla bilinen Faruk öğretmen, aslında dini bütün ve vatanperver bir insandı. Kısa zamanda köylülerle güzel ilişkiler kurdu. Dürüst ve sevecen tavırlarıyla yediden yetmişe herkesin gönlünü kazandı. Hafız İsmail ile muhtar kara Mustafa Faruk öğretmeni hiç yalnız bırakmazlar, fırsat buldukça okulun yanındaki iki odalı lojmanında onu ziyaret edip hal ve hatırını sorarlardı.  Bugünlerde havalar hayli soğumuş,  adeta kış geliyorum diye haber göndermişti. Artık dışarıda bir Allah’ın kulu yoktu. Rüzgâr’ın her şeyi bıçak gibi kesmeye başlamasıyla namazdan sonra cami önünde yapılan sohbetler köse bakkal’ın mekânına kaymıştı. Camiden çıkan doğruca köse bakkal’a koşuyor, köse bakkalın nar gibi kızaran sobasının etrafında yerini alıyordu. Sobanın pofurdayarak yanmasının yanında, etrafında toplananların yaptığı sohbet, ortamı daha bir ısıtıyordu. Soba başının müdavimleri topak Nedim, hafız İsmail ve Faruk öğretmen’di. Sohbetlere arada bir muhtar kara Mustafa’da katılırdı. İçinde gazi çavuş ile Tahsin ağa’nın olduğu sohbetler şaka ve şamatalı olurdu. Kahkahanın eksik olmadığı bu sohbetlerde Tahsin ağa ile gazi Çavuş bir birlerinin damarına basmadan edemezdi.  Gazi çavuş havaya girip tam Kore harbini anlatmaya başlayınca, Tahsin ağa’nın; “Çavuş sende avcıları geçtin ya! Bırak palavrayı.” Demesiyle ortalık birden karışırdı. Gazi çavuş’ta bunun altında kalmaz, Tahsin ağa’ya; “Üç yıl askerlik yaptım diyorsun, bir defa düşmanla göğüs göğse geldin mi? Askerlik yapmışmış.” Der, sonra da kızgınlığını attığı kahkahayla yumuşatırdı. Hafız İsmail, çifte saatli medrese de okurken yaşadıklarını, hocasından yediği dayakları, çektiği sıkıntıları hala o günleri yaşıyormuş gibi anlatırdı. Bir keresinde; “Çok acıkmıştım. Lakin yiyecek hiçbir şeyim yoktu. Odayı karıştırırken yarım kaşık yağ ile küçük bir tas bulgura rastladım. Pişirdiğim bulgur pilavını soğumasını beklemeden ağzım yanarak yedim. İnanın yağsız ve sıcak yemek yeniyor ama tuzsuz yenmiyor arkadaşlar.”  Diyen hafız İsmail’e, yanında oturan Faruk öğretmen; “Evet, hakikaten zor bir talebelik dönemi yaşamışın hafız; ama yılmamış, azmetmişsin. Helal olsun sana.” Dedi. Sonra da hafız İsmail’in omzunu birkaç kez vurup; “Hayat işte!” Diye mırıldandı. Tahsin ağa; “Bunda falan bir şey yok! Hafız, gene sen yiyecek bulup karnını doyurmuşun. Ülkenin o yokluk ve kıtlık günlerinde bırak pilavı bir avuç buğdaydan lapa yapar nefislerini körlerlermiş insanlar. Üstte yok! Başta yok! Ayaklar da delik bir çarık. O günler daha da zor günlermiş. Şimdi ne var! Allah’a şükürler olsun.”  Diye söylendi.

                Hava kararmak üzereydi. Köse bakkal’ın dükkânındaki sohbet sona erdi.  Oradakiler abdestlerini tazelemek için cami ye yöneldiler. Çok geçmeden hafız İsmail’in yanık sesi duyuldu. Bu hoş seda etrafa yayıldıkça o nu duyanlar huzura koşuyorlardı. Saflar oluştu. İnsanlar omuz omza verip, adeta bir birleriyle kenetlendi. Alınan tekbirle Dünya işleri bir kenara bırakılıp Allah’ın huzuruna duruldu. Yüreklerin toplu vurduğu ve Allah’a; “Sen benim Rabbimsin. Sen en büyüksün ve en ulusun.” Diyerek adım atılan bu muhteşem atmosfer; “ Secde” ile zirveye ulaşacaktı. Secde, ona en yakın olunan kutlu bir zaman dilimiydi.            (devam edecek)

                Sağlıcakla kalınız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Osman Uzunkaya Arşivi
SON YAZILAR