İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Yalnız değiliz -2-

Yalnız değiliz -2-

Gecenin sakinliğini içime çekiyor, kendimi yıldızların ve ayın menevişlediği sessizliğe bırakıyordum. Yağmurun ninni söylemesi gibi tatlılıktı. Buna engel olamıyordum. 

Ucu bucağı olmayan buğday ve pamuk tarlaları, fındık ve çay bahçeleri, asma denizleri düşlüyordum. Genç erkekler topluca türkü söylüyordu. Türküler yanık, türküler içli, türküler sevdiklerimize hasret ve sitemle yüklüydü.  Bağ evlerinden, derme çatma gölgeliklilerden, korulardan, çardaklardan, bağlardan, bahçelerden, bostanlardan, evlerden… Topraktan gökyüzüne türküler yükseliyordu. Dut, armut, şeftali, kayısı, elma, erik, incir ve ayva ağaçlarının dalları dolgun meyvelerinin ağırlığıyla dost insanları bekliyordu.

Türkülerde taş, toprak, bahçeler, kuşlar, telli turnalar, Maçka Deresi…  Türkülerde dedelerimiz, ninelerimiz, damlarımız, çiçeklerimiz, bozkırlarımız, kardan geçit vermeyen dağlarımız,  suya giden, yanağı allı gelinlerimiz, testilerimiz, Gesi bağlarımız, uslanmayan Halil İbrahimlerimiz, bahçelerimiz, hasretlerimiz, mektuplarımız, sevdalarımız oluyordu. Türküler de şehirden daha çok köylerden ses veriyordu. Türküleri seviyor, türküleri dinliyor, şehirlerde yaşıyorduk.

Dereler, nehirler, güneşin ışıklarıyla gümüşleniyordu. Yol kenarları, gölgelikler, kırlar, dağlar ve ovalar; yarpuz, kekik, nane, biberiye, dağ çileği… Meralar koyun sütü kokuyordu. Çayırlar yeşil giysisine bürünmüş, altın sarısı ve rengârenk düğmeler takınmış oluyordu. Dağ çileği yıkanmazdı, su temizler ancak tadını alırdı. “Bunu bilmek için, ormanda, toprağın üzerinde gece gündüz yaşamış olmalısın.” derdi dedem. Şimdi her şeyi marketlerden, poşetlerde alıyorduk. Her şey fazlaca mekanik ve mikropsuzdu!

Sultan Murat yaylasındaydım. Havada bal kokusu vardı.  Halam, bakır bir siniyle beraber, bir maşrapa taze süt,  üzeri terli tereyağı, köy peyniri ve daha o sabah pişmiş, üzerinden külü yeni silkelenmiş ekmek getirip önüme koymuştu. Toktum ya yine de üç kişilik yemekten geri duramamıştım. Gelin ve maşrapa hikâyesini de araya sıkıştırıp anlatmıştı da gülüşmüştük.

Bahçeler,  domates salçası, kavrulmuş nohut, üzüm pekmezi, kavrulmuş fındık, közde mısır kokuyordu. Vadilerde, ovalarda, dağlarda… Bademliklerde milyonlarca beyaz çiçek birden açıyordu.

Asık yüzlü erkekler, kederli kadınlar, yaşama sevincinden uzak genç kızlar, yarınsız delikanlılar yoktu hayallerimde. Yoksulluk ve karakter zayıflığı da yoktu. Bir lokma için gece gündüz çalışanlar da.

Bütün insanların iyi ve kibar olmasını istiyordum.  Herkes saygılı, herkes sevgi ve merhamet dolu olmalıydı. Düşlerimde, sivri dillilere, öfkeli bakışlara, suratını asanlara yer vermiyordum. Mutlu sonları seviyordum kısaca. Tüm bunlar, umutsuz bir romantizmden başka bir şey değildi.

Oysa dünyada gaddar, acımasız, hasis ve ruh hastası insanlar da vardı. Bunu biliyordum. Hayatın nabzı benim düşlediğim gibi atmıyordu. İyimser olmak kendimi aldatmak olmamalıydı.

Şehirde, hayatın bütün izleri vardı fakat hayatın kendisi yoktu! Şehirde yorgundum. Şehirde kalabalığın içine saklananlardık. Şehirden korkuyor, çok zaman, gece yarısı evine dönerken cesaret arayan küçük bir çocuğa dönüşüyordum. Şehirde, hem kürek çekiyor, hem su boşaltıyorduk. Yoksa batacaktık.

“İnsan daha çevresine bakınacak zaman bulamadan akşam olur ve eğlence sona erer.” Günün hangi saatindeydim! Geceydi. Düşlerin, hayallerin, hasretlerin, türkülerin içinde kaybolmuştum.  Her şeyin ve hepimizin toprak olmaya hazırlandığımızı unutmuyordum. Yaşıyordum. Yaşanacakları yaşayacaktım.

İnsanları anlamak konusunda gitgide zorlanıyor, fark etmeden, sevdiklerim ve sevebileceklerim diye bir ayırıma giriyordum. Sevmediklerim de oluyordu elbet. “Tanıştığımıza memnun oldum” cümlesinin üzerinden on dakika geçmeden insanlar birbirlerinin gıybetini yapıyordu. “Tanıştığımıza memnun oldum!” yalancıların dostluk gösterisi, yalancıların birbirini selamlama şekli oluyordu.

Düşünceyi, çoğunluğun konuşmayı sevdiği gibi; sessizliği de çoğunluğun müziği sevdiği gibi seviyordum. Burada, gecenin bu sessizliği ve sensizliği içinde isimlendirdiğim ve isimlendiremediğim bazı şeylerin hasretini çekiyor, kalbimdeki acıyı susturmak istiyordum. Sonra, gözlerimi kapatıp, bütün dünyayı, gündüzü ve geceyi, yaşadıklarımı ve yaşayacaklarımı ardımda bırakıp,  sana dönüyordum. Taze bir çiçeği andıran nazlı ve şımarık yüzün, sevincini yenemeyip, küçük bir kız çocuğu gibi el çırpan halin… Yüreğime işleyen yumuşaklığın…  Sana güveniyorum ben. Sana benzeyen insanlara güveniyorum. Gerçeği ve doğruluğu kendi hayatlarından fazla seven insanlara güveniyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR