İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Beraber aç kalalım!

Beraber aç kalalım!

Kütahya’dayım. Askerliğimin, on dokuz ayımın geçtiği şehir. Yıllar önce rahmetli annem, babam ve Atilla ile kaldığım otelde yeniden kalmak gönlüme hüzün dolduruyor. Mavi elbiseli havacı askeriydim, aileden askere ilk gidendim. Aileme ve dostlarıma mektuplar yazar, mektuplar alırdım. Hayatımın kaç etaptan oluştuğunu o gün bilmiyordum. Bu günde bilmiyorum. Aradan çok uzun yıllar geçti. Futbol oynadım. Türkiye şampiyonasına katılacak kadar atletizm yaptım. Âşık olup sokakları turladım. Kocaeli'nde yaşadım, duvarlara şiirler yazdım. Sakarya'ya döndüm. Tuhafiye dükkânı açtım. Yeni Şafak Gazetesi Temsilciliği yaptım. Deprem oldu, evim ve sokağım yıkıldı, dostlarım öldü. İstanbul'a Yeni Şafak Gazetesine çağrıldım. Gazetem adına Anadolu'yu dolaştım. Kitaplara kaçtım. Aradım. Bulamadım. Tekrar Sakarya'ya döndüm. Olmadı, tutunamadım. Ankara'ya geldim. Yöneticilik yaptım, gazete dağıttım, okudum, yazdım, ihtiyar kitabevini açtım, dergiler çıkardım. Okuyor ve arıyordum. Ankara'dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya yürüdüm. Yoruldum ancak yürümeye devam ettim. En çok da annemi ve teklifsiz merhametleri özledim.

Dağlım. Dağ çiçeğim.

Galiba hatıraları sevmek insanları sevmekten daha kolay. Oysa ki bu manada ki kolaylık insanı melankoliye ve tembelliğe sürüklüyor. İnsanı seveceğiz ki hatıralarımız olsun, insanı seveceğiz ve kalbimizle yüzleşeceğiz. Oturduğumuz yerden seviyorum demek kolay. İnsanı seveceğiz;  yaralanacağız, üzüleceğiz, incineceğiz ancak bütün bu olup bitenlerden ders alıp “güzelleşmenin” yolunu bulacağız.

Güzellikler çeşit çeşitti; üşüten, donduran güzelliklerin yanında sarıp sarmalayan merhametli güzellikler de vardı. Sürekli bir acıyı andıran yoğun sevinçler gibi derin acılardan da geçecektik.

Hayat yükünün altında ezilmiş ve yorulmuştum. Gelecekten korkuyordum. İşte böyle anlarda insanlar birden çocuklaşıp annelerini ararlar ve bir çocuk gibide ağlarlardı. Böyle anlarda insan olgunluğunu ve her şeyi unutup ağlıyordu. Bu otel odasında içli içli ağladım Dağlım.

Simsiyah bir ümitsizlik bütün ruhumu sarmış, dümeni kırılmış bir gemiye dönmüş gibiydim. Yanımda sen olmadığında, yalnız başıma insanlarla mücadele edemiyordum. Kalbimde keder vardı. Aynadaki yüzümü ben de beğenmiyordum ancak yenisini almaya imkânım yoktu.

İnsanın hayatında böyle anlar oluyordu işte. İçinizde bir şeylerin yıkıldığı, gücümüzün kesildiği zamanlar. Gözlerimi kapayıp uyumak, uyumak, durmadan uyumak istiyordum. Oysa sıkıntı çekmek için tekrar hayat dönecektim. Belki de bu henüz başlangıçtı, daha nelere sabretmek zorunda kalacağımı bilmiyordum. Herkesin bir şeye ihtiyacı vardı. Hatta bir değil, birçok şeye.

Romanlarda erkekler kadınlara aşklarını itiraf ederken heyecanlıdırlar, kadınların önünde eğilirler, hatta romantik olsun diye de mehtaplı geceleri seçerler. Oysa ben sana aşkımı kar yağan bir gecenin içinde, üşümemek için içtiğim sigaranın dumanıyla yapmıştım.

Bir çatı altında iki gece kalsak, ardımızda yine kendimizden bir şey bırakırız. Maddi bir şey kalmaz arkamızda; bir toka, bir ayraç, diş macunu, bir mendil… Ancak arkamızda tarifi imkânsız bir şeyler kalır, hayatımızın bir anı, bir nevi varlık kalır arkamızda.

Kim bilir ne kadar çok vesileyle, kaç sefer adını defalarca yazdım. Ayaküstü çalakalem karalanan pusulalar, gittiğim şehirlerden gönderdiğim kart ve mektuplar, bize ait günlüğüme yazdıklarım… Hepsinde senin adın vardı.

Uzun zamandır bu kadar yoğun ve duygulu bir gün yaşamadım Dağlım. Konuştum, dinledim, kitap imzaladım, hissetmeye çalıştım. Onlar bilmedi ya ben içten içe mahcup oldum, kendime çeki düzen vermeye çalıştım. Bazı yüzlerde, sanki içlerinde bahar güneşi varmışçasına ışıklı bir güzellik gördüm. Nasibe, nasibin gayret içerdiğine, sabırlı olmanın ruh ve dil eğitimi olduğuna bir kez daha inandım. Ruhumuzu sabırla, şefkatle, fedakârlıkla besledikçe dünyevi kaygı ve yüklerimizin azalmasını yaşadım. Öyle bir an geldi ki karşımda kadın erkek yoktu, hepsi insandı, hepsini bir anda kucaklamak istedim. Gönlümün bir parçasını bıraktım, birkaç eksiğimi alıp döndüm. Seni özledim.

Sanırım Çinliler sevgi için “çok kollu ağaç” diyorlar. Rahmetli anacığım da en küçüğümüz Fatma’ya, “seni ağaçların yaprakları kadar seviyorum” derdi. Sevgimizi söylememizin bin şekli var, cimrilerden olmayalım istiyorum. Bulutların ardında parlayan bir güneş gibi, yalnızca hayat ile değil ölümde bile uzak düşmek istemeyen bir gönülle, hakiki ve ebedi bir aşkla sevdim seni.

Ben buradan ayrılamam Dağlım. Kim bilir?... Belki bir gün, beni bulmak için gelir de beni bulamazsan… Ne zaman otobüs terminalinin önünden geçsem, o son görüşmemizde eline tutuşturduğum poğaçaların kokusunu hatırlıyor, ağlamaklı oluyorum. “Hayatım” diye seslenişinde ta yürekten, kalbinin derinliklerinden gelen, hakiki sevgiyi, sahici bağlılığı anlatan yumuşak bir ifade vardı. Tebessümün gözyaşlarını saklasa da sesinde gözyaşları vardı. Kalplerimiz kavuran isimsiz korkulara karşın, bana sarılmış, her şeyi, çok şeyi, kelimelerden güzel anlatmıştın.

Dağlım. Dağ çiçeğim.

“Birbirine âşık iki kişi başlı başına bir âlemdir.” Ancak hakiki aşklar zamana karşı koyabilirler.

Kalbimizin ılık ve yumuşak bir şeyle dolması için sevmek ve sevgimize Allah’ın şahit olduğuna inanmak gerekiyordu. Kalbim ılık. Buraya gelmekle iyi yaptın. Sen gel yeter ki, sen gel, beraber aç kalalım!

Rabbimizin insanlara hediye olarak sevgiyi, tebessümü ve türküleri verdiğine inanıyor; “yaz bana” türküsünü söyleyerek Kütahya’dan Ankara’ya dönüyor ve seni seviyorum.

Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR