Bir damlayım ben
Eskiden buralarda başı ve sonu belli olmayan bir nehir dolaşır dururdu. Ama ne dolaşma, nasıl gezinmeydi o bir bilseniz. Şu yüksek tepeye çıkıp nehre doğru baktığınızda mavi güzellikten gözlerinizi ayıramaz ve buradan ayrılmak istemezdiniz. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla akan nehrin başta kendi etrafını bereketlendirdiği irili, ufaklı ağaçların boy gösterdiği yeşillikten belliydi. Nehrin yanında bulunan ve nehre paralel olarak uzayıp giden patika yol, çimenlerin cömertçe süslediği halı motifiyle eşdeğer güzellikte ve görkemdeydi. Ağaçlık alan nehrin her iki yakasında zikzak çize çize uzar gider, sonra tıpkı nehir gibi gözden kaybolurdu. Akşam saati yaklaşırken nehirdeki hareketlilik daha bir durağanlaşır; mavi su kütlesi yatağına uzanıp yorgun bir balıkçı gibi dinlenmeye çekilirdi. Güneş ufukta iyice alçaldığında, mavi ve yeşil renkler dağılmaya başlar, arkasından turuncu ve kırmızı renkler ortaya çıkardı. Akşama doğru sessizliğe gömülen nehir ve güne veda etmeye hazırlanan Güneş adeta el ele tutuşarak ufuk çizgisine doğru koşardı. Tepede koyun otlatan çoban asker selamı verir gibi elini alnına koyup bu muhteşem görüntüyü hayranlıkla seyre dalardı.
Çoban ertesi gün sürüsünü otlatmak için bu kez dünkü tepeyi değil de nehir yakınındaki bir yeri tercih etti. Nehir kenarındaki ağaç dalları kuşların kadim barınağıydı. Kuşlar, yorgunluklarını atar atmaz; zarif, uzun ve ince boyunlarıyla narin kanatlarını su yüzeyine serer, arada bir mavi nesnenin bağrına vura, vura sağa sola yüzmeye bayılırdı. Su kütlesinin tepesinde kanat çırpan kuğu kuşları, nehrin adeta hem sırdaşı hem de yoldaşı gibiydi. Nehir çağıldamaya başladı mı kuğuların sesi etrafa yayılır, ardından rüzgârın uğultusu onlara eşlik ederdi.
Buradaki musiki tabiat sahnesinde ve hep koro halinde sergilenir dururdu. Bu koronun ilham kaynağı aşktı. Aşk nelere kadir değildi! Nehir aşk olmadan akabilir mi, kuşlar aşk olmadan kanat çırpabilir miydi? Ağaçlar aşk olmadan kime niye meyvesini versindi. Bitkiler ve diğer tüm canlıların var olabilmesi ve yaşamlarını sürdürebilmesi için gerekli enerji fotosentez olayı ile mümkündü. Bu oluşum ancak aşk denen mucizenin varlığıyla açıklana bilirdi. Bu mucizenin kaynağı ise O’na olan aşkın gizeminde saklıydı.
Ufkun derinliğinde kaybolup başka bir evreye yol alan Güneşin, uçsuz bucaksız gökyüzünün; Ay ve yıldızların, Dünya denen gezegenin, yeryüzündeki ağaçların, otların çiçeklerin; kuşların, böceklerin, velhasıl ismini saydığımız sayamadığımız; bildiğimiz ve bilmediğimiz, hatta hayal dahi edemediğimiz canlı-cansız bütün varlıkların yaratılışı O’nun aşkını bir nişanesi değil miydi? Gözünü nehrin sularında gezdirdikten sonra ellerini semaya kaldıran çobanın ağzından, O’nun yüceliğini ikrar etmek adına dökülen cümle oldukça manidardı; “Bir damlayım ben!” Aslında o bir damladan da küçüktü. Bir zerre kan pıhtısında yaratılmış sonrada yeryüzüne salınmıştı, tıpkı bizler gibi.
Yolunuz ve yönünüz açık, esenliğiniz daim olsun.