İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Sabahın erken saatleri kavuşmak kokardı

Sabahın erken saatleri kavuşmak kokardı

        Bazen birkaç kimlikle yaşıyor gibiyim Dağlım. İçime doğru küskünlüklerim, içime doğru yenilgilerim, hüzünlerim, şımarmalarım, yarım ve yaşanmamış coşku ve tutkularım… İçime doğru, bağıra bağıra söylediklerim…

        Her ne yaşarsak yaşayalım ve bahanelerimiz her ne olursa olsun; insanın, insanların kalbine dokunan kazanıyor. Kİ “kazanmak” kelimesi bile gerçeğe uzak. İnsan kendini, insan tebessümü, insan sevgiyi yaşamalı. İnsan, duymak istediğini söylemeli, insanları iyi dinlemeli…

        Yazacaklarımı ukalalık sayma Dağlım. Kimin bize nasıl baktığı, ne söylediği, ne düşündüğü -aslında- çok da önemli değil. Nedir ki biz kendimize nasıl bakıyor, insanlara ne söylüyor ve neler düşünüyoruz? Önemli olan budur. Sözün güzeli kısa ve öz olanıdır da o kadar mahir değilim. Biraz dolambaçlı söyleyeceğim. Bizi temsil eden, bizim kimliğimizi ifade eden, bizim ağzımızdan çıkan sözlerdir. Haklı olduğumuzu düşünüp çok konuşmak, haklı olduğumuzu düşünüp kabalaşmak hiçbir zaman maharet sayılmamıştır. İnsan kendine yakışanı söyler, insan kendine yakışanı yapar. Nefsi ve yalnızca haklılığımızı ispat cümleler kurmak yerine susmanın erdemli olduğunu bir ben söylüyor değilim.

        Cevapsızlık “cevap” manasında bir tarz olabilir. Ancak gel gör ki günümüz “modern” insanı, bunca yoğun iletişim kanalına rağmen cevapsızlığı “cevap” olarak değil de vurdumduymazlığının, yalandan bir yoğunluğunun ardına saklayarak aslında samimiyetsizliğini, nezaketsizliğini ortaya koyuyor.

        Riyakarlığın bayraktarlığını, yalandan bir nezaket anlayışının yapıyor olması da insanlığımız adına manidar değil midir?

        İyiyi, güzeli, merhameti, adaleti ve sevgiyi aradığını söyleyen insanların bunca sığ, bunca basit, bunca nezaketten söz ve davranışlarıyla varacakları yer hüsran, kucaklayacakları boşluk olacaktır.

        Üç beş cümlede bir “dua buyurun” ,”dua bekliyorum”, “duada buluşalım” diyen insanlara dönük olarak çoklukla, “dua” kavramının dillerinden öteye geçmediğini düşünüyorum. Dur, hemen kızma Dağlım! Sevgi ve duadan gayrısının insana yük olduğunu da sıklıkla söyleyen ben değil miyim? Dua ki bana annem ve babamdır. Dua ki bana merhamettir. Dua ki Rabbe kul olarak sığınmanın safiyane yoludur. Ancak “duanın” talep edilen değil, talep edilmeden, teklifsiz, beklentisiz ve hatta habersiz yapılması gerektiğine de inananlardanım.

        Bir de şu var: Bazı insanlar gönlüme düştüğünde, kendimi, kalbimin en temiz sesiyle, şu cümleleri kurarken yakalıyorum: “Allah’ım! Sevgisini alma benden, yaşadıkça seveyim ve hayırla yad edeyim. Amin!

        Dua ki insanın sevdiklerine borcu değil midir Dağlım? Borcumuzu ödeyenlerden olmayı diliyorum.

        Sen, ben, çoğunluk… Sevilmeyi hak ediyoruz etmesine de “sevmek” için yola çıkan yok, sevilmek durak ise sevenler yolcudur. Yolcu olup yürümenin gerektiğine inanıyorum Dağlım.

        Güzel insan; rüzgarın yorduğu fakat bu yorgunluğu dile getirmeyen ağaç gibidir. Şimdi ben Dağlım, şimdi ben bunları yazdığımda çirkinleşiyor muyum?

        Allah razı olsun!

        Sağlam bir hoca bulup bu duanın açılımını sormam lazım.

        Rabbimiz bizi yaratmış olduğuna göre zaten bizden razı, bize güveniyor, bizi kul olarak görmek istiyor. Son zamanlarda, haddimi aşmış olmamayı da dileyerek, insanlara, “Allah’tan razı olun!” diyorum. Nedir ki şikayet eden, nedir ki beğenmeyen, nedir ki sabır göstermeyen, nedir ki kafası karışık, nedir ki nankör, nedir ki kibirli insan!.. Şu mübarek ağaçlara, dağlara, çiçeğe, suya, gökyüzüne, kadına, köre, topala, ölüme, kelimelere, tutkuya, gözyaşına, yağmura, bahara, kışa, sıcağa ve soğuğa, özlemeye, sevmeye, sarılmaya, gözlere bakmayan insan… Nedir ki kalbine bakmayan insan… Nedir ki Veren’ den razı olmayan, nedir ki Allah’tan razı olmayan insan!

        Bir yanımla her şeyi kötü görüyorum. Olumsuz, kirli, pis, riyakar… Sonra durup kendime kızıyor ve umudun da başını sokacak bir yeri olması gerek elbette diyorum. Elbette umut, elbette merhamet, elbette sevgi kazanacak.

        Dağlım, sana peygamber çiçeği mavisi, çınar yaprağı sarısı ve narçiçeği kırmızısı elbiseler yakıştırıyor, sana kucak dolusu beyaz ve sarı kasımpatı, kucak dolusu nergisler düşlüyorum.

        Sabahın erken saatleri bahar, sabahın erken saatleri sen, sabahın erken saatleri kavuşmak kokardı. Gelirdin, kalbim dururdu da yaşardım yine; yaşardım ve şükrederdim seni ve sevmeyi var edene.

        Okuduğum kitapta, ki kitap gerçek hayatın anlatımıydı, savaştan eşine kısa ve son mektubunu yazan askerin satırlarına gelince bir hoş oldum, gönlüm inceldi, ağlamamak zordu. Asker şunları yazmıştı: “Sevgili ‘Dağlım’, bu sabah sokakta bir kız gördüm; bizimkine çok benziyordu. Dileniyordu yavrucak. Cebimde ne varsa verdim ve kucakladım. Sizler, hepiniz gözümde tütüyorsunuz.”

        Saydım ki savaştayım, saydım ki uzaktasın, saydım ki dönmeyeceğim ve ağladım. Ağladım da yeni baştan sevdim, yeni baştan yazmaya durdum.

        Sen neler yapmaktasın Dağlım, günlerin ve gönlün hayatın neresinden geçiyor?

        Gönlünü çiçek bahçesi saydığım, gönlüne düştüğüm… Gönlüm, nasılsın?  

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR