İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Ne uykular kaybettim senin için

Ne uykular kaybettim senin için

Dağlım, sırtını dağa yaslayanım…
 
Bazen şöyledir; bin cümle kurar, sayfalarca yazarız. Konuştuklarımız kupkuru sestir, yazdıklarımız hikâyedir, okuyup geçerler.  Oysa bütün söylemek istediğimiz beş-on cümledir ve gerçekte bu beş-on cümlenin her şeyi anlattığını, söylediğini düşünürüz. Bunu bekleriz. Gönlü bizde olan duyar değilse saatlerce konuşmak da sayfalarca yazmak da boşuna bir uğraştır.
 
“Sevgili Dost,
Her defasında bu iki kelimeyle başlamak istiyorum satırlarıma. Çünkü bu iki kelimeden her biri, gücünü diğerinden alıyor. Sevgili olunmadan dost, dost olunmadan sevgili olunmuyor.
Eğer bir ruh beraberliğiyse dostluk, iki ruhu bir kılan nedir?
Nedir bileşik kaplardaki su seviyesinin sırrı?
‘Dost insanın bir ikinci kendisidir.’
Sevenle sevilen aynı şeydir.
Sevmek, hakikat arayışı değilse nedir?”

“Ah dostum!... Ne harika bir sır açıklıyorsun bu sözlerle bana!...
Ne çok ağırlık kaldırıyorsun kalbimden!...”
 
Sevebildiğim kadar çok insanı sevmem gerektiğini biliyorum. Ancak bazı insanları, tanışır tanışmaz,  sanki çok eskilerden beri seviyor gibiyim. Dinlediğimde herkesin birçok hikâyesinin olduğunu anlıyorum. Çok konuşanın çok hikâyesi olmuyor. Çok hikâyesi olanın da çok konuşması gereksizlik. Umarım yazdıklarım konuşmaya sayılmaz! Çok okumak değil okuduklarımdan... Bir gülüşten, bir çiçekten, yağmurdan, yazılanlardan, susmalardan, sarılmalardan, tınıdan, hissetmekten, su birikintisinden anlam çıkarmanın derdindeyim Dağlım.
 
“Nasıl ki yataklar, içinde nasıl uyunacağı talimatıyla teslim edilmezse, âşıklar da hangi kurallar dizisine uygun olarak hareket edecekleri konusunda bir özet bilgiyle çıkmazlar birbirlerinin karşısına.” Aynı sözcükler, aynı cümleler ve bütün rağmenlere rağmen sevmek; bir akış, bir icat, bir kader, bir dil, bir buluştur Dağlım.
 
“Kalbimi onu incitmeyecek bir kuluna emanet et. Korkmayayım onun yanında, emin olayım.” Şimdi, yanında olsam, yalnızca o kınalı ellerini tutardım. Beni nereye koyarsan ben ordayım ve incinme derdim.
 
Herkesin ve her şeyin susup, yalnızca kalbimizin konuşacağı güne olan inancımla yazdığımı biliyorsun değil mi Dağlım?
 
Yenilmiştim ancak silahsız değildim. Umudum, sevgim ve imanım vardı. Yüreğim aşkla doluydu. Bu dünyada ne kadar söylersek söyleyelim, katıksız gerçeklerimizin öbür âleme kalacağına inanıyorum. Bu düşüncem, öyleyse burada susalım manasına gelmiyor. Bilakis sevdanın bayrağını ek yükseğe çıkarmanın gayretinde olmalıyız diye düşünüyorum. En kavi düşmanlarımız bile sevdamızı inkâr edemesinler. Fedakârlık ve sabır olmalıyız. Yaşamaya değer her şeyi alıyorsun benden, hayır, yaşamaya değer her şeyi, umudu veriyorsun bana. Bütün sorularımıza cevap buluyor olsaydık yaşamak çekilmez bir hal alırdı. İnsan ölüm saatini bilse hayata katlanamaz.  Birazdan sabah gelecek. Çayırlarımızın uyuklayan çiçekleri uyanacak. Şehir uyanacak. Sen uyanacaksın. Odam, içtiğim sayısız sigaranın dumanıyla dolu. Bir çeşit aylaklığın içinde sürükleniyorum. Sürüklendiğim yerde sen varsın.
 
Bazen, güneşe, rüzgâra ve denizin sesine açık, ışıkla dolu bir evim olsun, bu evde yaşayıp, bu evde ölmeyi de düşlüyorum. Fakat bütün bunlar yaşadığım hayata karşı nankör kılmıyor beni. Sen varsın. Kuşlara, keten kuşuna benziyorsun. Kuşlar; tam güneşin doğmasından hemen önce geliyor, Akdeniz üstündeki uzun uçuşlarından sonra kısacık bir dinlenmeden başka şey istemiyorlardı; yolculuğun hedefi çok uzaktaydı, doğdukları, yavrularını büyütecek ülkeydi. Birer birer geliyorlardı: yaban güvercinleri, ardıç kuşları, kumrular, leylekler, bıldırcınlar, sarıasma kuşları, çayır kuşları, bülbüller, çobanaldatanlar, ispinozlar, kırlangıçlar, çalı bülbülleri, saka kuşları ve kuzeyin ormanlarıyla sessiz tarlalarında ilkbahar konserlerini vermek için yola koyulmuş daha birçok başka küçük sanatçı.
 
Hangi yeni korkuydu kalbimi böyle gürültülü çarptıran, nerde duymuştum; Kendimi, kollarına bırakmak istiyorum deva olarak ve “ne uykular kaybettim senin için, kollarında uyut beni biraz” diyorum. Gözlerimin söylediği ama dudaklarımın söylemeye cesaret edemediği şeyi anlıyor musun Dağlım.
 
Hasret; ayrı kalınan veya elden kaçırılan bir şeye karşı duyulan istek, görme ve kavuşma arzusu, özlem… Arapça hsr “yokluk, yoksunluk” kökünden gelen sözcük hasar ile aynı kökten…
Hasret; yoksun kalmak, hasarın en büyüğü.
Öyle hasarlıyım ki senden yana…
 
Şimdi seni düşünüyorsam…
Şimdi seni arayacaksam okuduğum kitaplarda…
Şimdi uykusuzluğa, yorgunluğa ve açlığa direniyorsam…
Şimdi… 
 
Seni çok seviyorum…
Sandığından çok… Hatta sandığının aksi…
 
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR