Hakikatin mirasçısı: İman ile mamur olan insan
Kainatın varlık serüveni, tesadüfi bir oluşumun değil, yüce bir gayenin sonucudur. Geleneksel hikmet anlayışımızda "âlemlerin insan için, insanın ise Allah için" yaratıldığı hakikati, varlık hiyerarşisinin en tepesine insanı yerleştirir. Ancak bu yerleşim, sadece biyolojik bir üstünlük değil, ağır bir emanet ve miras sorumluluğudur.
Dünya ve içindeki tüm zenginlikler, ham bir cevher gibi insanın önüne serilmiştir. Bu noktada insanı iki temel sınıfa ayıran ölçü "iman"dır. İman etmemiş olan insan, mülke bir "işgalci" edasıyla yaklaşır; sahip olma hırsıyla doğayı, kaynakları ve hatta kendi türünü zayi eder. Onun nazarında eşya, sadece tüketilmeye mahkûm bir maddedir.
Oysa iman etmiş olan insan, yeryüzünün gerçek varisidir. O, baktığı her zerrede Sani-i Zülcelal’in imzasını gördüğü için, mülke "emanet" bilinciyle yaklaşır. İmanlı gönül, yıkmak için değil yapmak için, tüketmek için değil mamur etmek için vardır. Bu bağlamda, dünyanın asıl sahibi, onu tahrip eden değil, onu bir ibadethane titizliğiyle güzelleştiren mümin ruhlardır.
Miras, sadece bir devir teslim süreci değil, bir "hak ediş" meselesidir. Hak sahibi, hakkını ancak hakikati bilerek elde eder. Hakikati bilmek ise; her şeyin asıl kaynağını, akışını ve varış noktasını idrak etmektir. Bu idrak, kişiyi mülkiyet hırsından arındırır. İlginç bir paradoks burada başlar: İnsan, kainatın asıl varisi olduğunu anladığı ve hakikate ulaştığı an, "sahiplik" ideası eriyip gider.
Çünkü hakikat güneşinin doğduğu yerde, "benim" diyen gölgeler kaybolur. Kişi bilir ki; elinde tuttuğu, bastığı toprak ve soluduğu hava kendisine ait değil, kendisine sunulmuş bir ikramdır. Bu mertebede mülkiyet, yerini hayret ve teslimiyete bırakır.
İman, bu büyük tabloda hayal ile gerçeği ayıran yegâne çizgidir. İmansız bir bakış açısı için dünya, sonu hiçe çıkan bir seraptır; yani hayaldir. Fakat iman, bu hayali bir hakikat köprüsüne dönüştürür. Makro alemden mikro aleme kadar her şeyin lisan-ı hal ile zikrettiği o büyük sırda düğümlenir her şey: "Hu".
Günün sonunda, sahip olma davası güdenlerin elinde sadece bir hiçlik kalırken, iman ile mülkü mamur edenler asıl menzile ulaşır. Zira varlık "O"nunla kaimdir, "O"ndan gelir ve yine "O"na döner. Geriye kalan her şey bir gölgeden ibarettir; asıl olan ise sadece Hu’dur.
