Sabit Talha Şahin

Sabit Talha Şahin

Varlığımızın çığlığı

Varlığımızın çığlığı

Her birimizin hayatı farklılıklarla doludur. Gerek fiziksel anlamda, gerekse karakteristik anlamda.

Hepimiz aynı hayatı yaşasak, o hayat “aynı” olarak kalır mı?

Farklılıklarımızla aynı hayata yerleştirildiğimizde seçimlerimiz hayatı şekillendirir ve en sonunda yeniden herkesin hayatı farklı olur. Bu bir döngü müdür? Yoksa yalnızca isteyenlerin yapabileceği bir şey midir?

Bir insan, kendine bahşedilen eşsiz varlığını, başkasının seçimleriyle kapladığında, o hayatı “aynılaştırabilir” mi? İnsanlar istemsizce başkalarının istediği şekilde yaşamlarını şekillendirseler de özgün bir yaşama sahip olabilirler mi?

Benliğini kaybeden gerçekten düşünür mü, hayatından “başkaları” soyutlandığında? Bu yaşandığında, gerçek gülümsemesini gösterebilir mi?

Bunların hepsi insanın kendine bağlıdır, kendi dışında herkesin seçim yaptığı hayatının değişmesine karar verirse onun miladı gerçekleşir. Ancak günleri onun için karar verecek birilerini aramakla geçerse işte o zaman kaybeder.

Ona kaybedeceğini söyleyen insanlara da şimdiye kadar kendine söylenen şu kelimeyi söyler: “Kazanırsak kaybederiz.”

Bir insanın “diğerleri” olarak insanları yorumlaması kolaydır. Ancak elde ettiği genel yargılar doğruya ulaşmaya yetmez. Her zaman olduğu gibi, doğruyu bulmaya çalışırken burada da ihtimaller karşımıza çıkar. Bazılarımız sessiz kalırız, bazılarımızsa yorumlanacak değerde bir hayatı olduğu düşüncesiyle her detayıyla anlatırız hayatlarımızı. Burada bile ihtimaller vardır. Herkesin olmasa da, çoğu insanın hayatını derinden etkileyen anıları olur. Travmaları hayatlarını kaplar ve bu travmalar beraberinde kısıtlamaları getirir.

Öyledir ki, biri doğadan korkar. Diğeri hayvanlardan. Geçmişinde fazla sevgi gösterdiği hayvanlar onları bir kez korkuttuğunda; artık birbirlerine yaklaşmak her ikisi için de yasaktır. Yıllar geçer ve en sonunda sorulan soru,

“Yasağı neden çiğnemeyelim ki?” olur. Ağaçların yapraklarına dokunuruz yeniden, onun enerjisini hissederiz. Sessizliğin kapladığı o ormanımıza yeniden girmek, bize güç kazandırır. Tehlikeli olmadığı sürece yüzleşmek, kendimizi daha iyi ifade etmemizi sağlar.

Küçük bir çocuğun sevgiyle dokunduğu kedi hissettirir belki mutluluğu.

Duyguların ne olduğunu bilmeyen küçük çocuk, küçük bir kediden öğrenir varlığının hislerinin, dokunup hissetmekten daha farklı olduğunu. Bir çocuğun yalnızca gülümsemesini istemek ona yapılabilecek en büyük kötülüktür. Dudaklarında beliren tebessümün gerçekliği sorgulanmalıdır. Böyle gülümsemesi gerektiği ona öğretilmiş midir; yoksa gerçek hislerine mi aittir?

 

Bu tebessümü ortaya ne çıkarmıştır?

İhtimaller, farklılıklar ve hisler insanlığın temelini oluşturan yapı taşları gibidir. Hissiz ve farklılıkları göz ardı eden bir insan da yaşar; ancak “yaşayabilmek” kavramından uzak, yalnızca yaşar. Ömrü, son demine ulaştığında pişman olup olmayacağı bilinmez ama hissiz kalmaya devam ettiği her an, kalbinden kestiği “his iplikleri” onu son kez hissetmeye davet eder. Bu çağrı da yanıtsız kalacağından, ruhunun pes edişine katılır bedeni de. Yok olmak bu kadar kolayken nedendir insanların sonsuza ulaşma çabaları? Kendi sonsuzluğumuza ulaşmak her birimizin gayesidir; ancak sonsuz evrenin sonsuzluğuna ulaşabilmek, kendi ömrümüzün sonlarına doğru imkansızlığını yüzümüze vurur.

Bizim cevaplarımız, sonsuzluğa ulaşmaya çalışırken bile ihtimallerde saklıdır. Bilinmezlikler altında ezilmek yerine onu bir güç olarak görürsek, kendi gücümüzü kontrol eden olabiliriz. Eğer o bilinmezliklerin karanlık bir sis olduğuna inanırsak elde ettiğimiz karanlık, aydınlığı getirmeye çalıştığımız mumu havaya karıştıracak ve yavaşça tüm düşüncelerimizi ele geçirecektir. Bir kere siyaha inanırsak, beraberinde karanlığa ve acıya da inanmış olacağız ve gün gelirde aydınlığa dokunmamız istenecek olursa o beyazlığı karartan bizler olacağız.

Bu durumda attığımız çığlıklar kurtaracak mı bizi, yoksa yeniden korkuya mı hizmet edeceğiz? Attığımız çığlık canlıları korkutacak, belki de kayalıklardan yankılanacak. Duyurabileceğimiz kadar yükseltirsek ses tonumuzu, var olduğumuz kabul edilir mi?

“Biz buradayız! Hep buradaydık!” cümleleri gerçek yaşamı görmemizi sağlayabilecek mi? Yıllardır varlığımız buradaydı, bir evrende sıkışıp kaldık ve sesimiz sessizliğimizdi. Boşlukta sessizliği temsil eden sesimizi yükseltmemiz yalnızca onun duyulmama ihtimalini artıracak olursa içerisine kapandığımız bu evren bizi serbest bırakmayacaktı. Zamanımız geçti, bizden öncekiler vardı ve bizden sonrakiler hep olacaktı. Bazılarımız umursamazca gülümsedi, bazılarımızsa acıyı sahip olabileceği en kutsal varlık olarak niteledi. Sonucunda hepimiz yok olduk ve ağaç kovuklarına kazıdığımız isimlerimiz bir rüzgârın altında devrildi. Ne çıkarmaya çalıştığımız sesimiz, ne de varlığımızı kabul ettirmeye çalıştığımız evrenimiz bize yardım edemeden yok olduk ve bizden kalan izler yalnızca küllerdi.

Güvendik, inandık ve elde ettiğimiz şey yalnızca sonumuzdu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Sabit Talha Şahin Arşivi
SON YAZILAR