Hasan Ukdem

Hasan Ukdem

Eski mahalle ruhuna davet

Eski mahalle ruhuna davet

Zamanın çizgisi sanıldığı gibi dümdüz değilmiş, onu anladım şu orta yaşı geçtiğim yıllarda. Zaman kalp atışı gibi tik taklayıp dursa da saatlerde, bambaşka eğimlerle, yokuşlarla çıkıyor karşımıza. Bazen bir kuyu sükûneti, bazen bir orman uğultusu, bazen de bir dağ rüzgârı sesiyle sarsıyor gönül dünyamızı. Her doğan gün, dünkü doğuşunun aynısı gibi görünse de ne o dünkü gün ne biz dünkü biz olmadığımızı içten içe duyuyor, biliyoruz. Hele ki modern zamanın kapısı açılıp da bizleri mazinin kucağından koparıp bir fabrika bacalarının tüttüğü şehirlere savurduktan sonra daha bir derinleşti zamana olan muhalefetimiz.
 
Toprak damlı kerpiç evlerden, kiremitli ve iki katlı evlerin çocukları olarak doğduğumuz mahallelerin yok edilmeleriyle, takvimdeki yılların seksenlerini, doksanlarını özler olduk. O içinde gömme dolapları olan duvarları nişli odalarımızı, ahşap işlemeli raflarımızı, radyo tahtalı, televizyon sehpalı, seccade asılı küçük odalarımızı arar olduk. Şimdi başımızı kaldırıp baktığımız tavanlarda o zaman sıralı ağaçların arasında gördüğümüz hasırları nasıl unutabiliriz? Bir insan gibi nefes alan o evlerin sıcacık odaları bizleri bir dost gibi kucaklar, korur, sarmalardı hayatın bütün mihnetinden. Mutfaklarda tel dolaplar, kuşaneleri haranılar, bakır siniler, delikliler, rendeler sıra sıra dizilir ya da duvarlara asılırdı. O doğadan devşirilmişçesine doğaya uyumlu kapların içinde pişen organik malzemelerden oluşan yemekler sofralarımızda arz-ı endam ederlerdi.
 
Ben böyle evlerden oluşan bir mahalle olan Araplar’da doğdum. Çocukluğum, gençliğim o mahallenin şimdi betonlar altında ezilen sokaklarında, çiçekli avlularında, bağlarında, bahçelerinde geçti gitti. Aslında zamana muhalif oluşum buradan kaynaklanır. Zamanın suçu yoktur, bunu da bilirim. Ancak değişen mahalleler, yıkılan evler, yok olan avlular, bağlar, bahçeler zamanın o kısmında kaldığı için içimde zamana karşı bir soğukluk doğurur. Sadece evler, mahalleler değil insanların da değiştiğini, kendine iyi gelen şeyleri terk ettiğini görmek de üzüyor gönlümü. 
 
Masal anlatan nineleri, atasözlerini ustaca sözlerine yediren dedeleri, çocuklarına elleriyle üst baş dikip giydiren anneleri, ailesi için her türlü fedakârlığı yapıp helal dairesinden çıkmayan babaları özlüyorum. O her seferinde bir masal diyarını oluşturan bahar aylarını, verimli, bereketli yaz aylarını, yaprak dökerken bile toprağı süsleyen sonbaharları ve karla gelip, sobanın etrafında hane halkını toplayan kışları nasıl aramaz insan? 
 
Bakkalların sattığı kuru incirleri, kestaneleri, sobanın üzerine dizdiğimiz portakal kabuklarını ve analarımızın yaptığı kavurgaları, kenevirli nohutlu bulgurları şimdi hangi tatlarla değiştik bilmiyorum? Yağmur yağdığı zaman çamur olan sokakları bile özledim desem yalan olmaz. Yokluğun, yoksulluğun birbirine yaklaştırdığı o insanların şükrü, bugünün her türlü imkâna sahip olup da hala şikâyet eden insanların tavrıyla kıyas tutmadığını ancak o günleri görüp yaşayanlar bilir. 
 
Radyosunun, televizyonunun hatta buzdolabının üzerine oyalı, dantelli örtüler örten kadınların sahiplendiği o evlerden sıcacık bir merhamet yayılırdı etrafa. Yolda kalanların, aç olanların, bir muhabbet arayanların hiçbir tereddüt duymadan kapısını çaldığı o evlerin üzerine şimdi ruhsuz mu ruhsuz apartmanlar, siteler yaptılar. Sağına soluna, güneyine kuzeyine doğru sayarak kırk eve kadar kendilerine komşu sayan insanların yerine alt komşusunu üst komşusunu bilmeyen, umursamayan insanlar geldi. Pek çokları eskiye özlemi küçümsüyor, boş bir romantizm olarak görüyor, oysa özlenen geçmiş zaman değil, ardımızda bıraktığımız değerler, güzellikler ve o samimiyet. Şimdi o güzelim hasletler niçin yaşanmıyor? Neden biz başka bir hayatın insanları gibi davranıyoruz? Dedelerimizin sınırdan içeri girmesin diye savaştığı, canlarını verdiği düşmanın yapıp ettiklerini biz niye kolayca benimseyip hayatımıza alıverdik? 
 
Elbette o eski mahalleler geri gelmez. Elbette hayatı geriye döndüremeyiz. Ancak insanlığımızı, inancımızı, adet ve geleneklerimizi unutmamız da gerekmiyor. Bugünde dikilen ağaç, eklen çiçek yeşerir, canlanır. Bugün de insanlar birbiriyle samimi olabilir. Bugün de dostluklar inşa edilip, sıcak arkadaşlıklar kurulabilir. O mahalleler bir ruh olarak yine bizimle yaşayabilir. Her şey maddiyat değildir. Her şey konforlu olmak zorunda değildir. Bir akşam muhabbeti için bir demlik çay bugün de yetebilir. Emeği ve değeri yeniden keşfedip emeğimizi insana yöneltip değerimizi ortaya çıkarmak hiç de zor değil. Işıltılı şehirlerde yalnızlığımıza mahkûm olmak zorunda değiliz.
 
Sevgiyle kalın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Ukdem Arşivi
SON YAZILAR