Hasan Ukdem
Hasan Ukdem Elmas nine ve civcivler

Elmas nine ve civcivler

Biten bir romanın burukluğu vardı her şeyde; ama bir yandan da yepyeni bir masal başlıyordu toprağın sinesinde. Uzun ve karlı bir kışı geride bırakmıştık. Böyle bir nisan günüydü. Toprak damlı, kerpiç evimizin o zamanlar hayat dediğimiz avlusunda, annemin attığı şiltenin üstünde, tel örgülü kümesin tam da önünde oturuyordum. Tavuklarla araları bölünmüş yumurtadan daha bir hafta önce çıkmış civcivlere bakıyordum. Yirmi bir gün yatmıştı anne tavuk, bunlar yumurtayken üstlerinde. Ben saymamıştım, annem öyle söylemişti. “Yirmi bir gün sonra civcivler çıkacak bu yumurtaların her birinden” demişti. İşte o sarı yumurtalardan bu sarı civcivler çıkmışlardı. Birbirleriyle oynaşıyor, yemlerinden alıyor, yerdeki toprakta eşiniyorlardı.

İşte tam da o anda iki torunuyla birlikte hayadın ahşap kapısından iki torunuyla birlikte Elmas Nine girdi içeri. Güneş nasıl ısıtıyorsa ve nasıl baharın şefkatiyle sarıyorsa içimi; Elmas Nine ve torunlar Mehmet Ali ve Hüseyin’in kapıdan girişleri de öyle sıcak, öyle doğal bir güzellik uyandırdı yeniden içimde. Küçük oğlanlar kıpırdamadan civcivlere bakıyorlardı, hemen yanıma oturan Elmas Nine, yıllar geçmesine rağmen hiç unutmadığım o sözü tam da o sessizliği bozarak, o anda söyledi. “Herkes kendi zenaatını yapıyor işte” gözleri toprakta eşinen civcivlerdeydi. On veya on bir yaşlarındaydım ama Elmas Nine’nin ne demek istediğini çok iyi anlamıştım. Ama yine de şaşkındım ve bu gözlemi yapması beni tuhaf bir ruh haline yöneltti. Civcivlerin toprakta eşinmesi, tıpkı tavuklar gibiydi, hatta sadece bunlar da değil üç yıl, beş yıl, beş yüz yıl, beş bin yıl önceki tavuklar gibi eşiniyorlardı. Annem gelip tavukların ve civcivlerin bulunduğu kümesin kapısını açtı; yumurtaların üzerinde bekleyen tavuk hemen kalkıp civcivleri kanatlarının gölgesine aldı ve avludaki yeşillikler içinde yerlerden bir şeyler toplaya toplaya gezinmeye başladılar. Elmas Nine de torunları da büyük bir dikkatle bakıyorlardı bu manzaraya. Annem, Elmas Nine’ye içecek bir şey getirdi çocuklara şeker verdi. Bir süre sonra tavuklar ve civcivler kümesteki yerlerindeydi. Elmas Nine de her zaman oturduğu sokağın başındaki taşın üzerinde oturuyor, torunları ise mahallenin diğer çocuklarıyla günlük oyunlarını oynuyorlardı.

Benim kulaklarındaysa o söz yankılanıyordu “Herkes kendi zenaatını yapıyor işte” Çocuk olmama rağmen çok kitap okumuştum o güne kadar, çok bilgiler edinmiştim. Ama Elmas Nine’nin o sözü bana sadece kitap okumanın yeterli olmayacağını, hayatı da okumak gerektiğini o bir cümleyle anlatıvermişti. O zamanlar öyleydi, o insanlar öyleydi, o Araplar Mahallesi öyleydi. O güzel insanların her söylediğinin hayatta bir karşılığı vardı; hatta sadece sözlerinin de değil, oturuşlarının, kalkışlarının, duruşlarının bir hal dili vardı. Herkes birbirinin hem öğretmeni hem öğrencisiydi. Bu öyle olsun diye bir çabaları da yoktu; kendiliğinde öyleydi hayat.

Madem o güne gittik, biraz daha kalalım o avluda. Eski tulumbanın yanına yapılan bir boru bir musluktan ve altında beton bir kurnadan oluşan çeşme ve onun ağzına takılan mavi hortum; sulanan sebze fidanları, çiçekler ve yıkanan hayadın beton kısımları… çiçek kokuları, suyun değdiği toprak kokusuna karışırdı. Acıktığımda annemin ekmeğime sürdüğü yoğurt ve elime tutuşturduğu bit yeşil soğan. Ve her zaman ipi çekilince açılıveren hayat kapısından gelen arkadaşlarım… haydi top oynayacağız diye bağrışmaları… o günlerden bende kalan bir manzara da o avlumuzda annemin yeşerttiği çiçekler ve o çiçeklerin içinde öne çıkan ve diğerlerini flulaştıran kadife çiçekleri. Siyah, kırmızı, sarı renkli kadife çiçekleri… şimdilerde bile nerede görsem beni yanlarına çağıran ve o günlere götüren çocukluğum kokan kadifeler.

Zaman elbette geçecekti ki bizler ailemize yeni katılan torunlarımızı, yeğenlerimizi görebilelim… Ancak yeni nesle eski güzellikleri (mesela o hayadı, o evi, o sokağı, o mahalleyi) gösterebilelim isterdim. O saygıyı, sevgiyi, o sevinci neşeyi, o insanı içine alıp sarıveren duyguları şimdiki nesillere de yaşatabilmeyi ne çok isterdim. Ekran mahkûmu insanlara toprağın ruha işleyen özgürlüğünü tattırabilmek ne büyük bir devlet olurdu benim için. Yazmaktan, fırsat buldukça anlatmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Yazdıklarım belki okunur, okunur geçilir ama görüyorum ki artık anlattıklarımın anlayan bir muhatabı kalmamış.

Sevgiyle kalın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Ukdem Arşivi