Yürekle Direnmek: Merhametin Sessiz İhtilali
Yaşadığımız çağın ne getirip ne götüreceğini kestirmek zor azizim. Meşakkatli, ağır, ezici bir zaman aralığından geçtiğimizi söyleyip duruyor birileri lakin çağa direnmek adına ne yapıyorlar dersen elde avuçta sadra şifa çok az şey var nitekim. Bakma, belki ben de onlardan biriyim. Bu haliyle çağın insana çok da iyi gelmediğini söyleyip duruyorum.
Zamanın acımasız olduğunu fark etmeyen kalmadı. İnsanların yüzündeki çizgiler derinleşti ama kalplerdeki boşluk daha da genişledi. Acımasızlık artık bir davranış bozukluğu değil; adeta bir iletişim biçimi, bir “kendini koruma stratejisi” gibi sunuluyor. İnsanlar, kırılmamak için kırmayı; incinmemek için incitmeyi, güçsüz görünmemek için merhameti terk etmeyi öğrendiler.
Acımasızlığın normalleştiği, hızın erdem gibi sunulduğu, yumuşak kalplerin ise “zayıf karakter” damgası yediği bir çağdayız. İnsanlar, görünmez zırhlar kuşanmakla övünüyor. Ne ironiktir ki bütün bu zırhlar, insanı tehlikelerden değil, kendisinden uzaklaştırıyor. Tam da bu yüzden merhamet artık basit bir iyilik değil; yürekle verilen bir direniş, kelimelerin arasında bile hissedilen bir sessiz ihtilal.
Merhametli insanlar bugünlerde hafif bir tuhaflıkla bakılan kişilere dönüştü. Sanki dünyayı yanlış anlamışlar, herkes güçlenirken, acı çektirirken, affetmeyi unutmuşken onlar yumuşak kalmış da hayatı “yanlışlıkla iyi okuyanlar” kulübüne üye olmuş gibiler.
Bugünlerde merhametli olmak, eski çağlardaki gibi sıradan bir erdem değil; aksine radikal bir tutum, neredeyse politik bir duruş. Çünkü merhamet, bu çağın en alay edilen, en hafife alınan ama en çok ihtiyaç duyulan değeri. İnsanlar acıtmaya koşullanmışken, iyileştirmeyi seçmek bir başkaldırı. Dünya yumruğunu sıkanlarla ringe dönüştükçe merhamet yumuşaklık değil; bir direnç biçimi hâline geliyor. Demem o ki evet merhamet, günümüzün devrimci yanı…
Merhametin devrimci yanı, “karşılık beklemeyen iyilik” düşüncesinde saklı. Artık her şey hesaplanabilir, ölçülebilir ve karşılıklı faydaya göre düzenlenmiş durumda. Birine gülümsemek bile çoğu insana naiflik gibi geliyor. Oysa merhamet, görünmeyeni görme, duyulmayanı duyma, unutulanı hatırlama cesaretidir. En çok da kalabalıklar içinde kimsenin fark etmediği sessiz acıları.
İnsan, merhamet ettikçe kendisini yeniden inşa ve ihya ediyor. O ki “insanı yaşatmak, dünyayı yaşatmak” değil miydi? Lakin insan, kendisine rağmen, yaşadığı kırgınlıklara rağmen, gördüğü kötülüklere rağmen “iyi kalma” imtihanını veriyor, hem de büyük bir tenakuz görerek. Ne mi o çelişki; İyilik yaptıkça kaybediyoruz sanıyoruz, merhamet burçlarını tahkim etmenin zayıflık olduğuna kani oluyoruz. Oysa Paşam, merhameti kaybettikçe insan en çok kendinden eksiliyor.
Merhamet, kimsenin fark etmediği bir anın içinde insanın iç dünyasını değiştirir. Dünya aynı kalır belki ama sen aynı kalmazsın. İçinde bir yer yumuşar, bir yer genişler, bir yer “iyi ki hâlâ insanım” der. Merhametin olmadığı yerde insan sadece bedeniyle var olur. Kalbi sessizleşir, ruhu kabuk bağlar, dili sertleşir. Sonunda kazandığını sandığı şey, aslında kaybettiği insanlığıdır.
Belki de bugünün en devrimci hareketi, bir insanı anlamaya çalışmaktır. Bir kelimeyi incitmeden seçmek… Bir bakışı yumuşatmak… Bir yabancının yükünü hafifletmek… Dünyayı kurtarmaz belki ama insanı kurtarır. Tam da bu yüzden merhamet güçlü bir ihtilal yapmalı yeniden.
Günümüzde en zor şey, güçlü görünmek değil; içi kırıkken bile başkasını incitmemeyi seçmek. Zulüm için sadece korkmak yeterli, korkmak ve güçlü olmak zulmün yeter sebebi ama merhamet etmek için cesaret gerekiyor. Ve cesaret, bu çağda en nadide kaynak, ne acı bir cümle kuruyoruz değil mi? Merhamet artık cesurların işi…
