Son Bilet
Dağların arasında, ince uzun yolları, asırlık çınarları, asma bahçeleriyle meşhur bir küçük kasaba… İlkokul kitaplarından çıkmışçasına renkli, gidip görülmek için can atılan ama kimsenin gelip kalmaya heveslenmediği yer. Kıvrıla kıvrıla uzanan yollardan ulaşabilirsin ya da tren hattıyla. Tren garı kasabanın tek devlet kurumu, resmi bir havası var elbet lakin tren garı kasaba için bir varlık sebebi dense yeridir.
İstasyon, soluk renkli boyaları, yer yer dökülmüş sıvaları, yüksek tavanı, kalın taş duvarlarıyla bunca yıldır geleni karşılamış, gideni uğurlamış. İlk gün hangi eşya nereye konulmuşsa, hangi levha nereye asılmışsa yerli yerinde duruyordu ve bir tanesi değişse tüm sahne bozulacaktı. İdari odadaki “şef” tabelası, bekleme salonundaki tren hattı saatleri, gişenin camekanında uyarı tabloları kendilerine ayrılmış yerlerde son sahnenin çekilmesini bekleyen figüranlar gibiydi. Oysa yolculuk sonu olmayan bir filmdi.
Bir de çalışanlar elbet, mesela gişeci. Adamın adı da böyle kaldı lakabı da. Tren garının köşesinde, o küçük gişede otururdu gişeci. Yıllardır aynı camın ardında, aynı koltukta, aynı hareketlerle bilet keserdi. İstasyonun taş duvarları, rayların pas kokusu, trenlerin uzaklardan gelen düdükleri artık onun için bir manzara değil, hayatın kendisiydi. O dar pencere, onun dünyaya açılan tek penceresiydi. Yaptığı işten mi yoksa huyu mu böyleydi bilinmez ama biraz sert biraz aksiydi.
Yüzleri pek seçemezdi, camın buğusu hep araya girerdi. Belli belirsiz fulü ama gerçek onca yüz, görmezdi kim kimdi ama ellerini görürdü, parmaklarını, tırnaklarını, bileklere kadar sadece, para uzatan, bilet alan binlerce el geçmişti o camın önünden. Ve zamanla, birinin parmaklarına ve ellerine bakınca onun hikayesini anlatabilirim inancına kapılmıştı. Hemen her elin bir hikayesini tahmin etmeye çalışırdı.
Kimisinin parmakları kalındı, nasırlıydı; kimin nasırı avucunun içinde kimin parmaklarının üzerinde. Tütün kıran parmaklarla buğday işleyen parmaklar aynı olmazdı hiç. Bazı ellerse ince, narin ve beyaz… Bir annenin eli telaşlı olurdu, bir yolcununki titrek, bir işçinin eli ise sessizdi ama güçlü. Kaçan birinin titremesiyle kaçmak zorunda olan birinin telaşı aynı değildi.
Zamanla, o ellerin sahiplerini görmeden tanımayı öğrendi. Bir elin duruşundan, bir parmağın kıpırdayışından yorgunluğu, öfkeyi, umudu sezer oldu misal. Bir de sesi vardı elbet uzanan elin. Kimi sesleri, o ellere o parmaklara yakıştırmazdı, böyle zamanlarda “bu değil, olmamış” diye mırıldanır, camın arkasından “bir şey mi dediniz, anlamadım” itirazıyla kendine gelirdi.
İlk işe başladığı gün; gişenin kokusu bile başkaydı o zamanlar, yeni açılmış bir defter gibi temiz, umut doluydu. İlk müşterisi yaşlı bir adamdı. Eli çatlaklarla dolu, parmak uçları nasır tutmuştu. Parayı uzatırken elleri titremişti hafifçe, bileti tutamamış tekrar uzatmasını istemişti. Gişeci, adamı terslemiş, “haydi bey amca sırada bekleyen var” deyip azarlamıştı. Genç biletçi, o ellerin ardındaki ömrü anlamamıştı o zaman, ama yıllar geçtikçe o titremeyi hatırladı, geçip giden yıllarla elim titremesin diye kaygılandı.
Koşarcasına bilet isteyenler vardı, en çok onları merak eder, gönlü burada kalan ama başka çaresi olmayıp tek yön bilet kesenlere acırdı. Çocuğuna aldırırdı bileti kimisi ve en çok o zamanlarda mutlu olurdu bizimkisi.
Yıllar birbirine karıştı. Trenler değişti, makinistler, yolcular, gişedeki makaslar değişti ama o kaldı.
Her sabah aynı saatte camın arkasına oturdu, aynı hareketlerle bilet kesti. Her uzatılan el, kendince bir hikâye bıraktı onda. Hatta kimi eller yakasına bile yapıştı geç kalan tren için. Geç kalan trenler değil ama kaçırılan trenlerden sonra uzanan ellerde harcanmış, unutulmuş, geride kalmış hayatlara hayıflandı, içerledi. Bir tür alışkanlık değil, bir tür bağlılıktı bu artık. Sanki her el, hayatın farklı bir parçasını temsil ediyordu ve her elde kendinden bir parça arıyordu.
Saçları beyazlamış, beli hafif bükülmüştü, bekleme salonundaki duvar saatiyle karşı karşıya bunca yıl geçti. Saatin elleri uzanır oldu, akrep saat başı yokladı, yelkovan oralı olmadı geçip giderken ve kendi ellerinin gün geçtikçe nasıl değiştiğini fark etmedi bile. Onlar sadece işini yapan ellerdi ona göre ne yorgunluğu ne yaşlanmayı yakıştırdı kendine.
Güzdü mevsim, bir Eylül sabahı, güneş henüz doğmuş, sabah treni yine geç kalmıştı. Tren sesleri uzakta yankılanıyor, rüzgâr gişenin camına vuruyordu. O sabah genç bir kadın yaklaştı pencereye. Elini uzattı; narin ama solgun bir eldi. Parmakları oldukça zayıf ve güçsüzdü. Gişeci bileti kesip ellerin sahibi ve hikayesini hayal etmeye başlamıştı ki kadın: “Elleriniz…” dedi usulca.
“Nasıl da alışmış bilet kesmeye. Şu parmağınız diğerinden daha zayıf kalmış. Bu ellerin sahibi siz misiniz gerçekten?”
Adam, bir an sessiz kaldı. Camın öte yanında yıllardır gördüğü binlerce elden biri gibiydi kadınınki, ama söylediği söz, içini altüst etti. Bileti keserken kendi ellerine baktı ilk kez. Nasıl da yaşlanmışlardı.
Parmak aralarında yıllar birikmişti sanki. Bilek çizgilerinde sabır, tırnak kenarlarında unuttuğu yorgunluklar vardı. Bir ömrü taşımış ama sahibine hiç haber vermemiş gibiydiler.
O an, gişeci kendinden bir parça aradığını ve son parçanın aslında hep yanında olduğunu kavradı ve kendi hikâyesinin hiç farkına varmadığını. Yıllar boyunca başkalarının yolculuklarına bilet kesmiş, ama kendi yolculuğuna hiç çıkmamıştı.
O gün, son biletini kendine kesti. Camın kapağını yavaşça indirdi. Ellerine baktı bir kez daha; sanki yabancı birini görüyormuş gibi. Sonra istasyonun kapısından dışarı çıktı, ilk kez camın buğusunun öte tarafına geçti. Tren gelip önünde durdu, gişeci kendi elleriyle bileti yırtıp attı, trenin arkasından el salladı.
