Musab Seyithan

Musab Seyithan

Peygamberimizin sinir uçları mı alınmıştı?

Peygamberimizin sinir uçları mı alınmıştı?

Gaye insan, Ufuk Peygamber Nebiyyi Muhterem (sav)’in hayatını bir bütün olarak değerlendirmeyenler, işlerine geldiği kısmıyla onun bir yönünü alıp, o hareket ya da sözü üzerine bütün hükmleri bina ederler. Rasûlullah (sav), ne ise o’dur. O’nu kendi istediğimiz gibi konumlandıramayız. Maalesef her hizip O’nu kendi zaviyesinden tanımlamaya çalışıyor.

Son günlerde hocaların üslûbu tartışmaya açıldı ve dinle-diyanetle hiç ilişkisi olmayan hatta geçmiş sicili itibariyle katıksız İslam düşmanı olan bazı siyasiler, tehditler savurarak İslam’ı cesurca savunan hocalara Afganistan’a tek gidişlik bilet bile kestiler.

Bu sicili bozuk siyasilerin değirmenine su taşıyan bizim bazı yazar-çizer ve okur takımı da “He ya! Bizim hocalar güzel söz ve hikmeti bir tarafa bırakarak itici bir üslup kullanıyorlar. Peygamber üslubunu terk ettiler” türünden hocalara üslup dersi ve ayar vermeye çalışarak, sinir uçları alınmış, herkese gülücükler dağıtan, nabza göre şerbet, sakala göre tarak vuran bir peygamber profili ortaya koyuyorlar.

Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki, bizim cami cemaatimiz ya da hocaları dinleyenler, hocaları noter olarak kullanırlar. Eğer hocanın anlattıkları bu beylerin kafasındaki İslam algısını onaylıyorsa “Hah, işte bu hoca iyi hoca” değerlendirmesinde bulunuyorlar. Yok, eğer hocanın anlattıkları, kafasındaki İslam algısına ters düşüyorsa “Bu hoca ayarsız hoca, üslûbu bozuk, hikmetten yoksun, siyaset yapıyor, sözün şehvetine kapılıp taraftarlarını memnun etmeye çalışarak türbinlere oynuyor, oturduğu kürsüye yakışmayan ifadeler kullanıyor” türünden yakıştırmalarla hocayı yıpratmaya çalışıyor. Hâlbuki “Bu hoca o kürsüye çıkıyorsa belli bir İslamî ilimleri tahsil edip değişik sınavlardan geçerek oraya çıkmaktadır. Boş konuşmaz herhalde. Dedikleri üzerinde biraz düşüneyim, araştırayım, değişik hocalara sorayım da benim yanlış bilip doğru sandıklarımdan vaz geçeyim” diyeceği yerde zihin konforuna kimseyi dokundurmuyor.

Açık söylemek gerekirse, ihtisas gerektiren konularda haddimizi bilmiyor, beş kuruşluk bilgimizle ne doktor beğeniyor, ne mühendis, ne imam ve ne de vaiz beğeniyoruz. İhtisasa ve emeğe saygısızlık had safhada. Din düşmanlarını anlarım. Akrepten bal yapmasını beklemek ne kadar abesse, onlardan da dine ve hocalarına saygı beklemek de o kadar abestir. Ya şu bizim Müslüman iddialılara ne oluyor? Din düşmanları, direk İslam’ı hedefe koyamadıkları için onun taşıyıcıları olan hocaları yıpratarak din düşmanlıklarını sürdürüyorlar. Müslümanlar niye bu firavunların piramidine taş taşırlar? Anlamak mümkün değil. Oyuna değil de, biraz kendimize gelsek derim.

Din gönüllüsü hocalar, din düşmanlığı tescilli bazı güruh tarafından linç kampanyasına tabi tutuldukları zaman bizim bazı Müslümanlar hemen Peygamberimizden örnek getirirler, O’nun mülayimliğinden, hoşgörüsünden, tatlı dilinden, güler yüzünden, hikmetli sözünden bahsederler. Her grup Peygamberimizi kendi penceresinden tanımlamaya çalışır. Mesela normal cami cemaatine yaklaşsanız da onlara Peygamberimizi sorsanız, alacağınız cevap üç aşağı beş yukarı şu şekildedir:

“Efendimiz, çok insancıldır, rahmet peygamberidir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Hoş görülü, hikmet ve güzel sözlü idi. Bilal-i Habeşî’ye ezan okutturup beş vakit namazı vaktinde kıldıran, görevine bağlı bir peygamberdir. İyi bir aile reisidir. Yetimi korur, yoksulu sevindirir…”

Aynı soruyu Fatih Çarşamba’daki veya İskender Paşadaki Müslümanlara sorduğumuzda her halde şu cevapları alırız: “Peygamberimiz, teheccüd namazını hiç ihmal etmezdi. Ayakları şişene kadar kıyamda dururdu. Doyasıya yemek yemezdi. Günlerce midesine sıcak çorba girmediği olurdu. Açlıktan karnına taş bağlardı. O, bir gönül insanıydı. Bu dünyada kendini, bir ağaç altında gölgelenen yolcu gibi görürdü…

Sorumuzu “Radikal” diye bilinen Müslümanlara sorduğumuzda da şu cevapları alacağımızdan emin olabilirsiniz: “O, savaş peygamberidir. Müminlere karşı şefkatli, kâfirlere karşı şiddetlidir. Yirmi dokuz savaşa başkomutanlık yapmıştır. Kınayanın kınamasına aldırmadan tebliğini sürdürmüştür. Zilletten kurtulmak ve izzeti muhafaza etmek için devletini kurmuş, Arap yarımadasına hâkim olmuştur…

Bu söyleşiyi sürdürdüğümüzde her grubun kendi penceresinden bir “Peygamber profili” ortaya koyacağını görürüz. Ama bunlar, Rasûlullah’ı bir bütün olarak anlatmayacaktır. Yukarıdaki sorumuza aldığımız cevapların hepsi doğrudur. Ama Rasûlullah’ı olduğu gibi yansıtmamaktadır. O, grupların kendi pencerelerinden göstermeye çalıştığı gibi değildir. O’nu günümüze taşırken, kendi durduğumuz yerden değil de “O ne ise O, olarak” bütün cepheleriyle taşımalıyız. İşte bütün özellikleriyle Rasûlullah’ı tanımlarsak, tam olarak şöyle bir ”Peygamber profili” ortaya koyabiliriz:

Rasûlullah (s.a.v), model insandır. ‘Yüce bir ahlak üzeredir.’ (68Kalem:4) Kur’an’ın ete-kemiğe bürünmüş şeklidir. Yürüyen Kur’an’dır. ‘Ey örtünüp bürünen, kalk ve uyar’ (74Müddessir:1-2) emrini aldıktan sonra topluma açılmıştır. Kemikleşmiş şirk dinine inanan Mekke aristokratları ve onların taraftarlarından şiddetli tepki görmüştür. Bu şiddet ortamında şartlara teslim olmayan Rasûlullah, Erkam (r.a)’ın evini, insan yetiştiren bir atölyeye çevirmiştir.

Hicretten sonra, tarihte ilk defa olarak yazılı anayasa yapıp sınırları da belirleyerek Medine’de devletini kurmuştur. Bu devletin önce yüreklerde yerini alması için Mekkeli Muhacir ile Medineli Ensar’ı kardeş ilan etmiştir. Ensar, bütün mal varlığını Mekke’de bırakarak Medine’ye gelen Muhacir kardeşleriyle malını yarı yarıya paylaşmıştı. Böylece önce yürek devleti kurulmuştu.

O, bir tevazu örneğidir. Yanında heyecanlanıp sesi titreyenlere Ben, kral değilim. Mekke’de kuru et yiyen bir kadının oğluyum diyerek Rahat olun, heyecanlanmayın, ben de sizin gibi bir insanım (İbn-i Mace, Et’ıme, 30) mesajı veren hak ve halk adamıydı. O, gece âbid, gündüz mücahiddi. O, hem Allah’a karşı kulluk görevini hakkıyla yapan, hem de topluma karşı görevini yerine getiren bir peygamberdi. O, hem barış, hem rahmet, hem de kılıç peygamberiydi. Ama rahmeti, kılıcına galipti. ‘Savaşı arzulamayın, Allah’tan afiyet dileyin, karşılaşacak olursanız direnin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir. (Buhari, Cihad,156; Müslim, Cihad,20) diyerek, savaşı bir gaye değil de, başka bir seçenek kalmadığında, başvurulan en son çare olarak gören bir peygamberdi.

Devlet idaresi için çeşitli kademelere görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet eder; layık olan kişileri çok genç olsalar da -soylu ailelerden olmasalar bile- görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak ‘Allah’a isyan olan yerde kula itaat yoktur(Buhârî, Âhâd 1; Müslim, İmâre 39-40) buyurarak, hakka ve hakikate uymayan konularda, halkın itaatle sorumlu olmadığını belirtirdi.

O, evde iyi bir aile reisi, toplumda iyi bir cemiyet adamı, camide iyi bir imam, mahkemede âdil bir kadı/hâkim, Mekke’de cemaat lideri, Medine’de devlet başkanıydı.

Görüldüğü gibi O, hayatın her kesitinde vardı. Rasûlullah’ı doğru anlayabilmek için Peygamber Efendimizin 23 yıllık peygamberlik hayatını bir bütün olarak değerlendirmek zorundayız. Önünü, arkasını ve şartlarını görmezden gelerek, herhangi bir uygulamasını cımbızla çekip onun üzerine külli kaide inşa etme yanlışına düşmemeliyiz. Rasûlullah’ın hayatı, merhalelerle/aşamalarla doludur. Her merhalenin kendine özgü şartları ve özellikleri vardır. Hareket hattını belirlerken bu şart ve özellikleri göz önünde bulundurmuştur. “Allah hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez” (2Bakara:286) ayetini hayatının merkezine koyarak ümmetine sorumluluklar yüklemiştir.

İşte Peygamber Efendimizi günümüze taşırken ve O’nun hayatından “Hareket Fıkhı” oluştururken, yaşadığı sosyal, siyasi ve ekonomik şartları göz önünde bulundurarak, nasıl hareket ettiğinin iyi tespit edilmesi gerekir. Yoksa İslam’ı ideolojileştirmiş, Peygamberimizi de ideolojimize alet etmiş oluruz. O’nu doğru okumazsak yanlış bir peygamber portresi ortaya koyarız. Bu da Rasûlullah’a yapılmış en büyük kötülüktür ve istismardır. O, sinir uçları alınmış biri değildir. Müsamaha gösterilmesi gereken yerde müsamaha göstermiş, kızması gereken yerde kızmıştır. Mesela bir çok konuda müsamaha gösteren Rasûlullah (sav), Beni Mahzum kabilesinden bir kadının hırsızlık suçundan elinin kesilmesi gerekirken bu cezanın verilmemesi için Üsame b. Zeyd'i aracı olarak kullananlara kızarak; "Kızım Fatıma dahi çalsaydı onun da elini keserdim" (Buhârî, Hudûd 11, 12; Müslim, Hudûd 8, 9) demesi ve bir yaşlının namazı uzatan imamı Rasûlullah’a şikâyet ettiğinde; "Ey insanlar! Sizin içinizde cemaati nefret ettirenler vardır. Herhangi biriniz insanlara imamlık ederse kısa kıldırsın. Çünkü cemaat arasında zayıf, yaşlı ve ihtiyaç sahibi kimseler vardır." (Müslim, Salat, 37) diyerek kızmıştır. Ebu Mesut el-Ensari: "Ben Rasûlullah’ın, daha önce böyle sinirlendiğini hiç görmemiştim" demiştir. Hatta ırkçılık yapanlara karşı öfkelenerek: "Bir kimsenin cahiliye âdetiyle kavim ve kabilesinin şerefiyle övündüğünü duyarsanız ona; ‘Babanın zekerini ye’ deyin. Ve bunu açık açık söyleyin, ima ve kinayede bulunmayın" buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/136). Gerisi lâfı güzaf.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Musab Seyithan Arşivi
SON YAZILAR