Musab Seyithan
Musab Seyithan “Varoluşsal Tehdit” Ve Evliliğin Önündeki Engeller

“Varoluşsal Tehdit” Ve Evliliğin Önündeki Engeller

Geçtiğimiz hafta Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK); “2023 yılı doğum istatistiklerine göre Türkiye'de toplam doğurganlık hızı kayıtlara geçen en düşük seviyeye geriledi. 2001 yılında 2,38 olan doğurganlık hızı, yani bir kadının hayatı boyunca dünyaya getirdiği ortalama çocuk sayısı, 2023 yılında 1,51'e düştü” açıklamasını yapmıştı. Bunun üzerine Sayın Cumhurbaşkanımız, bunun “Türkiye için bir felaket” olduğunu söyleyerek şu açıklamayı yapmıştı:

“Nüfusun kendini yenileme eşiği olan 2,1 seviyesinin altındayız. Bu, açık söylüyorum Türkiye açısından varoluşsal bir tehdittir, bir felakettir. Mevcut durum ülkemiz için tolere edilebilir olmaktan çıkmıştır. Biz bu tabloyu gördüğümüz için sürekli 3 çocuk tavsiyesinde bulunuyorduk. Tavsiyemizden dolayı pek çok kez eleştiriye uğradık. Maalesef zaman, öngörülerimizde bizi haklı çıkardı. En az 3 çocuk çağrımızın önemi bugün daha iyi anlaşılıyor. Şunu bir defa idrak etmemiz gerekiyor ki nüfus, millet olarak en büyük gücümüzdür ve bunu korumak zorundayız. Önümüzdeki dönemde bu konuda daha kararlı olacağız.”

Sayın Cumhurbaşkanımız yerden göğe kadar haklıdır fakat evliliğin ve çocuk sahibi olmanın önündeki engeller ortada iken ve KADEM’li tesettürlü feministlerin etkisinde kalarak bir türlü bu engelleri kaldırma yoluna gitmeden, bu sözler bir serzenişten öteye geçmeyecektir.

6284 sayılı kanunun aileyi korumadığı, bunun bizim inanç ve geleneklerimizle bağdaşmadığı, kaldırılması gerektiği” çeşitli platformlarda söylendiğinde, başta Ak partinin bir türlü vazgeçilemeyen sözcülerinden ve partiye en çok kayıp verdirenlerin en önde gideni, bu kanunun amansız savunucusu Özlem Zengin hanımefendi “Bu kanun bizim kırmızıçizgimizdir” diyerek ferman buyurmuşlardı.

Efendiler! İstanbul sözleşmesi kaldırıldı ama onun amansız uygulayıcısı olan 6284 sayılı kanun, varlığını olanca zulmüyle devam ettiriyor. Kocasından memnun olmayan resmi nikâhlı bir kadın, savcılığa müracaatla “Kocam bana sözlü ya da fiziki şiddet uyguluyor” diye ihbarda bulunsa, o koca soluğu dışarda alıyor. Üç veya altı ay evden uzaklaştırılarak sorgusuz sualsiz cezalandırılıyor. O koca ya bir otele yerleşiyor veya bir akrabasına gidiyor ya da arabasında yatıp kalkıyor.

Sözüm ona “Kadına karşı şiddeti önlemek” amacıyla çıkarılıp dayatılan bu acube kanundan sonra kadın cinayetleri daha çok arttı ve “resmi nikâhla evlenmek” korkulan bir öcü olmaya başladı. Haram-helal hassasiyeti olmayan, iman bakımından zayıf olan, dünyada yaptıklarının hesabını ahirette vereceği bilincinde olmayan, biraz da seküler takılan genç; “Evlenip de başımı niye belaya sokacağım. Kendi evimde diken üstünde yaşayacağım, küçük bir tartışmada kadına şiddet suçlamasıyla niye kapı dışarı konulayım. Onun yerine biriyle partner hayatı yaşarım ve böylece ağrımadık başımı ağrıya sokmam. Doyuma ulaşır hoşlanmamaya başlarsam partner değiştiririm” diyerek nikâhsız beraberliği yani zinayı tercih etmektedir. Çünkü bu kanun kadını, şiddete karşı korumuyor. Sadece nikâhlı evliliklerde kadına akıl almaz bir ayrıcalık veriyor. Yoksa bir kişi annesine gerçekten şiddet uygulasa veya resmi nikâhsız yaşadığı kadına veya kız kardeşine şiddet uygulasa erkek evden uzaklaştırma cezası almıyor. Anne, partner veya kız kardeş, şiddete uğradığını doktor raporuyla ispat etmedikçe, soyut olarak şikayet ettiğinde bir sonuç alamıyor.

Resmi nikâhlı bir evlilik yapmışsanız, kadının sadece sözlü ihbarı, sizin evden derdest edilip uzaklaştırılmanız için yeterlidir. Çünkü “kadın yalan söylemez, iftira etmez”miş. Breh breh breh… Gerekçeye bakar mısınız? Bu gerekçe niye anne, partner veya kız kardeş şikayet ettiğinde geçerli olmuyor, evden uzaklaştırma cezası uygulanmıyor da, nikâhlı evliliklerde uygulanıyor? Sistem laik, referansı da heva ve heves olursa ve kadın da yarı tanrılaştırılırsa sonuç böyle oluyor. Yusuf suresinde kadının nasıl yalan söyleyip iftira edebileceği canlı misalle anlatılır. Şehvet gözünü bürümüş olan Züleyha’nın, namusunu korumak için kaçarken arkadan saldırıp Hz. Yusuf’un gömleğini parçaladığını, suçüstü yakalanınca da “Yusuf bana saldırdı” diye iftira ettiğini biz Kur’an’dan öğreniyoruz. (Bkz:12/Yusuf:23-29).

Hz. Yusuf, hukukun gücü yerine, güçlünün hukuku uygulanarak zindana atıldı. Bugün de 6284 sayılı kanunla resmi nikâhla evli kadınlar güçlü kılınmıştır. İşte erkeklere, gücün hukuku uygulanmaktadır, hukukun gücü değil. Lafta hukuk karşısında herkes eşittir. Ama görüldüğü gibi kadınlar biraz daha eşittir. Eski Türkiye’de rütbeli askerlerle ilgili siviller arasında şöyle bir yaygın söz vardı: “Madde 1: Komutan haklıdır. Madde 2: Komutan haksız olsa bile 1. Madde geçerlidir.” Şimdi de “Kadın haklıdır. Haksız olsa bile 6284 sayılı kanun geçerlidir.

Evet, tekraren söylüyorum ki, bu kanun kadına şiddeti önlemiyor aksine artırıyor. Aileyi korumuyor, dağıtıyor. Ayrıca erkekleri evlenmekten soğutup gayri meşru bir hayata itiyor. Gayri meşru ilişkilerden meydana gelen hamileliklerden kurtulmak için de kürtaj cinayetleri çoğalıyor. Kürtaj yapılmayıp da dünyaya gelen gayri meşru çocuklardan da nesebi gayri sahih bir toplum oluşuyor. Hangi ucundan tutarsanız tutun pisliğe bulaşıyorsunuz. Bu kanunun savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Hele hele Müslüman kimlikli birinin bunu savunması, izahı güç bir garabettir, İslamî cehalettir.Bu kanun bizim kırmızı çizgimizdir” diyerek büyük bir seçmen kitlesini de karşısına alan hukukçumuz bayan Zengin, laik-seküler hukukun yanında İslam hukukuna da biraz baksaydı, bir Müslüman olarak inatla 6284 sayılı kanunun savunucusu olmayacaktı.

Evlenmenin ve çocuk yapmanın önündeki diğer bir engel de süresiz nafaka zulmüdür. Dünyanın hemen hiçbir ülkesinde olmayan bu zulme “Ben de Müslümanlardanım” diyen samimi birinin taraftar olması izah edilemez ve inancıyla uyuşmayan yaman bir çelişkidir. Bunun fetvasını, KADEM’den veya laik hukuk tahsili görmüş olmasının ötesinde hiç bir bilgisi olmayan Özlem’den değil de Diyanet İşleri Başkanlığı, Din İşleri Yüksek Kurulundan ya da İlahiyat Fakültelerinin Fıkıh hocalarından alarak bu zulmü önleseniz, ahiretiniz için güzel bir yatırım yapmış olursunuz.

Ancak TBMM’de Müslümanlar lehine bir icraat ortaya konulması söz konusu olunca, Ak parti grubunun çoğu; “Buna CHP ne der?” korkusuna kapılmaktadır. Bu korkuya kapılan Müslüman vekillerimiz hayatının merkezine, “Allah ne der”i yerleştirerek CHP, bütün inanç değerlerini, dipçik zoruyla ve darağaçlarıyla birer birer yok ederken “Bu değişime Müslümanlar ne der?” diye hiç kaygı taşıdı mı? Sorusunu kendilerine sormalıdır. Dolayısıyla sosyal hayatta “El âlem ne der?”, siyasi hayatta da “CHP ne der?” putunu kırıp, “Allah ne der?” inancını hâkim kılmadıkça Müslümanca bir tavır ortaya konulamaz. Allah’ın yardımı da ancak bu putları kıranlara olacaktır. Yeter artık canım, “Namuslular da namussuzlar kadar cesur olsunlar artık.” Gerisi lâfı güzaf.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Musab Seyithan Arşivi