Can Tende Emanet
Merak etme, senin olduğu kadar sana da ait değil yaşamak armağanı. Hayat, bazen yaprak misali kendini bırakırken esen yele, bazen de fırtınanın ortasında buluyor kendini. Her halükârda meltem de diniyor fırtına boran da… Yolculuğun sonu hep aynı azizim; teneşir tahtasında bir gassal yıkayacak seni, teslim edeceksin emaneti. Bir son, bir nihayet. Bu dünyada can, tende emanet; ödünç alınmış bir kıymet…
Bitip tükeniyor her şey, değişiyor, yer değiştiriyor. Aynada gördüğün o çehre hangi yaşına ait ve ne kaldı siyah saçlarından geriye? Bir zamanlar göğe ulaşma çabasında şu ağaç, şimdilerde bir masanın ayağı, hedefine uçan bir ok, şairin elinde kalem ya da yakıldı kül oldu daha ısıtamadan bir yüreği bir çocuğu. Yıldızların da sönüp soluyormuş baksana ışığı…
“Hayat” dediğimiz bu tuhaf armağan, biliyoruz ne kadar da kısa aslında… Bu kısalık, belki de ona değer katan en önemli şey. Dört başı mamur ve mükemmel bir hayat ya da sonsuz bir zaman vaadi yok bize. Bilinmez bir vade, belki bir an, belki bir ömür... Ama hep mahdut, ama hep sonlu.
Böylesi geçici bir hayatta insan, neyi dert ediyor neyi unutuyor neyi es geçiyor… Güç, mal mülk, makam mevki, itibar… Sahi nedir şu dünyanın vereceği en büyük hediye? Her şeye sahip olmak, başkalarını geride bırakmak... Yoksa misal, bir tebessüm bırakmak geriye, bir çiçeğin açışına şahitlik etmek, bir kuşu salıvermek, bir çocuğa “merhaba” demek… İnsana yakışan, hayatı anlamlı kılmak, bu kısa serüvende bir iz bırakmak değil mi?
Haris ve tamahkar, hodbin ve menfaatperest bir dünya anlayışıyla baş etmek zorundasın dostum. Vahim olanı kimse böyle olduğunu kabul etmiyor. Hep daha fazla isteyen insan kimi fazlalıkların zarar vereceğini anlamak istemiyor. Onca koşuşturma, birini yenme hırsı, yetişip geçme heyulası… Ardından gelen boşluk, belki çok daha da derin. Sevgi yerine rekabet, huzur yerine tatminsizlik daha da kötü olanı, başkalarına acı çektirmek pahasına kazanma arzusu, insanın kendi ruhunu zehirlemesinden başka bir şey olmasa gerek.
Geçip gittiğimiz yollar, çekilen acılar, dertler, kızgınlıklar öfkeler…Kim bilir kaç kere sevip seviliyor insan, kaç kere kırıyor kırılıyor, kaç kez üzülüyor ve kaçı boşa gidiyor? Bazen geçmişin hesabını yaparken buluyoruz kendimizi, yalnız ve umarsız. Uğruna can vereceğiniz biri, an bile ayırmıyor size, hatanız kadar değil istediği kadar ceza veriyor. Can ağır geliyor, verip kurtulmak emaneti çare gibi görünüyor. Gel gör ki zaman, hesap tutmuyor. Akıp gidiyor sessizce, kimseye borç vermeden, ses çıkarmadan, yarına bırakmadan.
Hayatın geçici, dün yok, bitti azizim, dünde kalınca da olmuyor tamam. Hem derin bir hüzün hem derin bir huzur belki bunu bilmek. Bilirsin ki hiçbir acı sonsuza dek sürmez, hiçbir mutluluk da. Bu bilinç hâli bizi daha derinden yaşamaya, affetmeye, düşünmeye, her şeye rağmen iyi olmaya davet eder. Belki de bu yüzden canın emanet oluşu bir nimet…
Çocuktuk ya bir zamanlar, o vakitlerdi, dünya ne kadar genişti, hayalimiz kadar yüceydi. Koştuğunuz sokaklar bitmek bilmiyordu, bir yaz tatili sanki ömrünüz kadar uzundu. Şimdi, her şey ne kadar da hızlı ne kadar da çabuk, yetmiyor nefesiniz üçer beşer çıktığınız basamaklara, cesaretiniz yok öylesine çıkıp gitmeye, daha ne vakit derken geçip gidiyor ve zaman, bize yetmez oluyor. Tam da bu yüzden, hayatın “emaneten” bizde ve her anın, aslında bize sunulan bir lütuf olduğunu hatırlamamız gerekiyor.
Uçurtmalar salın baharlara, bir çiçeği koklayın, gökyüzünü seyredin. Bir simidi bölüşün simitçinin kendisiyle, sevindirin sevin, bir çocuğun başını okşayın, bir dosta uğrayın öylesine… Öyle bir an gelir ki ne sarılacak bir omuz kalır ne koklanacak bir çiçek.
Can, tende emanet... O emaneti hakkıyla taşımak, her şeye rağmen iyilikle, güzellikle yoğrulmak, bu kısa misafirliğin hakkını vermek değil de nedir. Hiçbir şey sonsuza dek kalmaz da bırakacağınız izler, belki de yüreklerde bir ömür kalır.