Hasan Ukdem

Hasan Ukdem

Yorucu kutuplaşma

Yorucu kutuplaşma

Ülkemizde tuhaf bir anlayış var; onlar yaptıysa yanlıştır, kabul edilemez.” Bu anlayış siyasetten, dini kesimlere, spordan sanata, ticaretten düşünce insanlarına kadar böyledir nedense? İktidarın her yaptığı yanlıştır mesela muhalefete göre. Dini bir kesimin uygulamaları, diğer dini kesimler tarafından caiz görülmez. Spor, fanatizmin istilasındadır. Sanat, kutuplar arasında sıkışmıştır. Ticarette başka renklerle ifade edilen sermayeler vardır. Düşünürler de belli dünya görüşleri üzerinden yorum yaparlar ve hiçbir zaman tarafsız bir düşünce üretemezler. Bu kadar ayrışmanın olduğu bir ülke nasıl uzun soluklu bir kalkınma sağlayabilir ki?  
 
Sadece kendi aklını rehber edinenler, uzun yol alamazlar. Başkalarının aklını küçük görüp, yararlanmayanlar büyük başarılara erişemezler. Allah, insanları kavim kavim yaratmış ve birbirlerini tanısınlar, kaynaşsınlar ve doğruyu, yanlışı kavrasınlar istemiş. Dini, dili, ırkı ne olursa olsun insanın önce insanlığından dolayı bir değeri olduğunu unutmamak gerek. Her insan bir potansiyel Müslümandır. Her Müslüman için de bir garanti yoktur. İmanı her dem diri tutmak gerekir. Bu böyleyken, aynı ülkenin vatandaşları olarak bizler neden bir araya gelemiyoruz? Neden birbirimize saygı duymuyor, birbirimizin yaptıklarını hep yanlış olarak nitelendiriyoruz? Öncelikle ortak doğrularımızı bulup adaletli bir bakış açısına kavuşmamız lazım.  Ahlakın temini için idareden halka, aileden okula bir çabanın içine girmemiz gerek. Her alanın kendi içinde bir ahlakı vardır. Siyaset ahlakı, ticaret ahlakı, spor ahlakı, sanat ahlakı gibi... Bütün bunları besleyen ise din ahlakının dinamizmidir. Bunu kazanabilirsek, birliğimizi kurabiliriz.  
 
Ama bu ayrışmayı bir türlü önleyemediğimiz gibi her gün biraz daha kemikleştiriyoruz. Yazık! Almanya sayısız fabrika kurmuş, hava alanı açmış, tarımsal yatırımlar, tesisler yapmış. Taraflı tarafsız her kesiminden destek almış bunları yapan iktidarlar. Onlar da demokrasi ile yönetiliyorlar, onların da partileri var, muhalefeti, iktidarı var. Ama kendi ortak değerleri üzerinde anlaşmışlar ve bünyelerinden dünya markaları ürünler çıkarmışlar. Bu, diğer birçok ülkede de böyledir. Bizim devletimiz ne zaman bir atılım yapmaya kalksa, istemezükçü bir kesim ayağa kalkıyor, korolar oluşturuyor ve seslerini kısmak için ayrı bir enerji tüketilmek zorunda kalınıyor. Yapılmış, başarılmış birçok projeye bakın. Hangisi ülke için değer değil de zarar olmuştur? Hastaneler, köprüler, yollar, barajlar, hava alanları vs. Şu yapılmasaydı diyebileceğimiz bir şey var mı bunların içinde? Ama bunlar yapılırken hepsine itiraz etti bir kesim. Geçmişimizde de Vecihi Hürkuş’lar, Nuri Demirağ’lar, Adnan Menderes’ler belki Turgut Özal’lar gibi insanlara ülke için faydalı olma isteklerini canlarıyla ödettiler. Devrim otomobillerinin hikayesini hepimiz biliyoruz. 
 
Peki bu inatlaşmaların temelinde ne yatıyor? Bu sadece siz biz kavgası mı? Yoksa bir ihanetin sonucu mu? Dışarıdan içeriden bir kaosun içine sürüklenmek istendiğimiz malum. Bağımsız bir ülkeyiz ama kuşatılmış bir ülke olduğumuz da görünüyor. Bu askeri bir kuşatmadan çok ekonomik, kültürel ve medeniyet kuşatması olarak tezahür ediyor. Bütün sorunlarımızın altında bu kuşatmanın olduğunu düşünüyorum. Ekonomimizdeki dalgalanmalar, terörle muhatap oluşumuz, kültürel yozlaşmamız hep bu kuşatılmışlığımızdan doğuyor. Bu kuşatmayı yarmamız şart. Bu hem millet hem ümmet hem de dünya için gerekli bir hamledir. 
 
Bu meseleyi bir köşe yazısıyla çözemeyeceğimizi biliyorum. Ancak gençlerimize birkaç şey söylemek istiyorum. Sevgili gençler, sizler bu ayrışmanın içine girmeyin. Dünyanın ufkuna bakın. Yeni fikirler üretin, keşiflerin peşine düşün, bilimin ışığından yararlanın ve maneviyatınızı diri tutun. Unutmayın ki, hayatı güzelleştirmek ve bereketli kılmak için, sadece ilimle doldurulmuş bir beyin kendi başına yeterli olmaz. Aynı zamanda imanlı bir kalbinizin de olması gerekir. Bu iki iyiliği dünyanıza aldıktan sonra başarısız denemelerinizden bile bir iç huzuru devşirdiğinizi göreceksiniz.  
 
Bunlardan sonra yapacağınız tek şey çalışmaktır. Azimle, durmadan, dinlenmeden çalışmak. Gün kısa, ömür sınırlı demeden, mazeret üretmeden çalışmak, bugünü yarına devrederken görevini yerine getiren adamların iç rahatlığını getirecektir size. H. Jackson Brown “Yeterli zamanım yok deme... Pasteur, Michelangelo, Leonardo da Winci ve Albert Einstein’in de günleri 24 saatti.” diyerek, yapılacak iş için zamanı iyi kullanmanın ve bu zaman içinde verimli ve yorulmadan çalışmak gerektiğinin altını çiziyor. Yoksa Paulo Coelho’nun şu sözünde olduğu gibi kazanan siz olmazsınız; “İnsanlar fırsatların gelmesini bekler, fırsatlar da insanların gelmesini. Fırsatlar bekler, insanlar bekler. Kazanan hep ‘mazeret’ olur.“ Bu meyanda son sözü Çiçero’ya verelim; “Yarınlar, yorgun kimselere değil, rahatını terk edebilen gayretli insanlara aittir.” 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hasan Ukdem Arşivi
SON YAZILAR