İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Allah'ım, “cennet yakınlarda olsun ve biraz da bu ana benzesin.”

Allah'ım, “cennet yakınlarda olsun ve biraz da bu ana benzesin.”

Aylar sonra buluşmuş, kavuşmuştuk. Yeri göğü tertemiz yapan bir yağmur sonrasıydı. Toprak, çiçekler, hava her şey güzel kokuyordu. İnsan toprağa yani varlığına yaklaştıkça garip bir duygu ve dua iklimine giriyordu.  Uzun bir süre konuşmadan yürüdük. Konuşmadan diyorum çünkü kendi söylediklerimi duymuyordum. Hava güzeldi, sessizlik mutluluk veriyordu. “Bir yandan nefes alıyor, öte yandan da tatlı tatlı boğuluyor gibiydim ya da bunun gibi bir şey oluyordu. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum.” Mutluluk, sessizliğin içinde saklıydı.

 “Şehir dışına çıktık. Biraz çorak, ıssız bir yerdi ancak bu hoşuma gidiyordu, toprağın nefis bir rengi vardı, bana biraz da tanıştığımız yeri hatırlatıyordu.”

“Eğimli bir arazinin dibindeydik, epeyce açıklık bir yerdi ve toprakta açık sarıdan koyu kırmızıya giden bir renk geçişi vardı, bu harika bir etki yaratıyordu. Bütünün verdiği duygu müthiş güçlüydü.”

 “Sessizliğin, iki kişi arasında bir elmas saflığına eriştiği anlar vardır, işte biz o sırada bunu yaşıyorduk. Bütün söyleyebileceğim buydu… Bu gezi, bu yürüyüş, tüm yaşamımızı kaplayabilecek nitelikteydi, bütün ihtiraslardan, bütün sözlerden, bütün hesaplardan uzaktı.” Yürüyor muyduk, süzülüyor muyduk, emin değildim. “Bir erkeğe sevdiğini itiraf ettirebilecek türden bir manzaraydı fakat benim sevdiğimi itiraf etmem için zorlanmaya ihtiyacım yoktu. Seviyordum.” Sevgim bakışlarımdan, sarılışımdan, yürüyüşümden, kuramadığım cümlelerden, iki de bir durup durup Dağlım diyerek susuşumdan belli oluyordu. İçimden Allah’ım, “cennet yakınlarda olsun ve biraz da bu ana benzesin” diye dua ediyordum.

“Bir şeyin büyüdüğünü, köküyle sımsıkı tutunup yerden yükseldiğini görmek ne güzeldi.” Sevmek, parmak izi değil de gönül izi bırakmaktan başka bir şey değildi.

Ne kadar güzel olduğunun farkında mısın? Dediğimde,  yüzünü bana doğru dönmüş, bir şeyler söylemek istemiş de söyleyememişti.

Yüzü, dereye vuran güneş parıltısı gibiydi.

Dağlım, kollarını iki yana açmış, Kızılderililer gibi bir çiçek öbeğinin etrafında dönüyor, duadan haykırışa, gülümsemekten gözyaşına gidip geliyordu.

Işık mükemmeldi. Sessizliğin çökmesini bekledim. Sessizlik geri geldiğinde, usulca bir sesle “Altın Hızma” türküsünü söylemeye başlamıştım.

“Burası insanda sanki her şey yerli yerindeymiş ve hiçbir eksik yokmuş hissini uyandırıyordu.”

Tüm dünya gözüme hoş görünüyordu. Kalbim huzur içindeydi. “Zihnim güneşli bir kış havası kadar berraktı, her şeye gözlerimle dokunabiliyordum.” Toprak, çiçekler, dere, havadaki koku, Dağlım… Her şey dinlendiriciydi. Mükemmelliğin bu dünyaya ait bir şey olmadığını biliyordum, bütün yapmam gereken ışığa doğru yürümek, sevmek ve şükretmekti.

“Sakin bir yerde durduk, burası derenin genişlediği bir yerdi. Her yerde çiçeklerle kaplı kayalıklar ve ağaçlar vardı. Etraf çimen, yapraklar, tomurcuklar, kızböcekleri ve rengârenk hatmi çiçekleriyle doluydu.”

Bir kuşun havada uçuşunu seyrettik. Eli elimdeydi. “Toprak bir melike elbisesi gibi parlamaya başlamıştı.” Susuyor ve susarken konuşuyorduk.

Bir yeri toprağıyla, kokusuyla, ufak tefek sesleriyle, ışığıyla sahiplenmek… Sessizliğin ve tepeden gelen hafif esintinin içine kendini bırakmak… Ağaçların arkasından görünecek olan günbatımın insana söylediklerini duymaya çalışmak, insana ruhunun yüksekliğini gösteriyordu. İnsan ancak ibret almakla ve şükretmekle insan oluyordu.

Hayatın içinde; birçok sıfatlar kazanıyor, sınavlara giriyor, alıyor, satıyor, geziyor, giyiniyor ve büyüyorduk. Aslında sevgisizlikle yaşlanıyorduk. Baharda kavak ağacına sarılıp sonbaharda yapraklarını döken sarmaşıklardan farkımız yoktu. Hep birilerine ihtiyaç duyuyorduk. Saman alevi mutluluklarla yetiniyor, kendimizi kandırıyor, kendimizi kandırdığımız içinde birbirimizle mahsusçuktan geçiniyorduk. Yalandan sevinçlerimiz, kurumuş dallar gibiydi, sıkıca asıldığımızda kırılıyor, taşımıyordu. Her sessizliği konuşarak, soru sorarak dolduruyorduk. Sessizlikten korkmak. Sesimiz; hiç kimsenin konuşma fırsatı vermediği, ağzını açmaya korkan, şikâyet etmeyen, ürkek ve cesaretsiz bir çocuk sesiydi. Çocukluğunda unutulmuş büyük insanlardık.

“Ruhumda şaşırtıcı, tasasız ve en küçük bir hava akımının ya da dünyanın en güçsüz nefesinin bile havalandıramayacağı bir tüy gibi uysal bir hafiflik hüküm sürmekteydi.”

Dağlım yanımdaydı. Masallar, rüyalar ve türküler iç içeydi.

Seviyor ve şükrediyordum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR