Mehmet Toker
Mehmet Toker Bizim de Yaşadığımız Hayat mı Kardeşim?

Bizim de Yaşadığımız Hayat mı Kardeşim?

Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim, biz de soluk alıp vermedeyiz. Yani her insan gibi sevmekteyiz sevilecek şeyleri, bir kır çiçeğini, çimeni, toprağı, börtü böceği… diyordu seslendirdiği bir yazısında İbrahim Sadri. Modernizm, insana öyle bir hayat algısı dayattı ki; özellikle metropollerde yaşayan insanlar için bir koşuşturmaca, bir yetişme telaşı söz konusu. Büyük bir çoğunluk haz ve hızdan müteşekkil yaşam tarzı üzerinde durup düşünecek, kendi iç dünyasına dönecek, ayrıntılara dikkat edecek, yavaşlayıp veya geri çekilerek olan biteni algılayacak bir zihin dünyasına hayat anlayışına sahip değil. Çünkü hayatımız üzerindeki bütün kontrol modernitenin elinde. Sürekli bir yarış hali. İlerleme, başarma, yükselme telaşı.

Bunun pek çok sebeplerinden bahsetmek mümkünse de en temel problemin yıllardır dünya insanlığına neredeyse tek hayat tarzı olarak dayatılan “modern(ist) hayat” kavramında/felsefesinde düğümlendiğini söyleyebiliriz. Zira bu hayat tarzının insanları algı bakımından duyarsız hale getirdiği, eylemlerinin çoğunu spontane veya kendi iradesi olmaksızın çevrenin sürüklemesi veya güdülemesi ile gerçekleştirdiği, gündelik hayatını tamamen monoton mecburiyetler çerçevesinde yaşadığını ifade edebiliriz. Bu açıdan bakıldığında da modernitenin ürettiği gündelik hayat insani bir hayat değil. Robotik, kodlanmış bir döngü.

Elbette Modernizm/modernleşme/modern hayat kavramlarını tek bir bakışla değerlendirmek isabetli bir değerlendirme olmayabilir. Zira Avrupa toplumlarında kapitalist, sekülerist, laik, hümanist, hedonist bir modernden bahsetmek mümkünken ülkemiz toplumunda bunun yansıması her ne kadar batılılaşma olarak dillendirilse de açıkça söylemek gerekirse Kemalist modernden bahsettiğimizi söyleyebiliriz. Ülke ve toplumlara göre nüanslar gösterse de modern hayat insanları adeta sürüleştirdi(mankurtlaştırdı) diyebiliriz. Dolayısıyla birey yani şahıs ve şahsiyet kayboldu. Dijitalleşme furyası ise bu durumu bir üst lige taşıdı. Herkes görünüyor sende görün. Hayat görünmekten ibaret hale getirildi. Çalışıyorsan iş fotoğrafları, tatildeysen tatil fotoğrafları, yemekteysen yemek fotoğrafları, ziyarette isen ziyaret fotoğrafları ve tabii ki sosyal medyada paylaşım… Adeta rutini ispatlama yarışı ve uğraşı. Dışa dönük, dışarıya endeksli bir hayat.

Bu hengamede insan kendisini unuttu. İnziva, uzlet, halvet kavramları sadece birkaç klasik dönem sûfî kitaplarda kaldı. İnsanın bir ruhu olduğu ruhunu da dinlendirmesi gerektiği onun sesine kulak vermesi gerçeği dışlandı. Ramazan’dan ramazana itikaf artık bireyin şuurlu bir tercihi değil sosyal bir aktivite gibi değer görmeye başladı. Modern toplum insanı yariş atı gibi koşturmak suretiyle sadece insanın bedenini değil ruhunu da yordu. Ruhlar kalabalıklar içerisinde tenhalaştı. Kimsesizliğe terkedildi. İnziva veya uzlet zorunlu yalnızlık veya kalabalıklar içerisinde ıssızlaştırılmak değil bilinçli, şuurlu bir tercih olmalıdır. Ruhumuzun sesini dinlemek, sessizliğin ruhuyla hemhal olmak, tanışmak ve kaynaşmaktır. İnziva ve uzlet atalet veya tembellik değil bedenin sükuneti ruhun kendisini keşif yolculuğudur. Modern dünyanın; “koşmak zorundasın, devrilen atı vururlar” tehdidine karşı, devrilmeden, sendelemeden, dimdik durmak asilliğidir inziva. Hayata dokunmak nefes alıp vermeyi hissetmektir uzlet. Kalabalığın gürültüsünden uzaklaşıp ruhun sesini duyabilmektir.

Makinelerin, motorların, sirenlerin, kornaların, egzoz seslerinin, bomba ve kurşun seslerinin, tezahüratların, alkışların gürültüsünden sıyrılıp; masum çocukların feryatlarını, mazlum annelerin çığlıklarını iliklerimize kadar hissedebilmektir inziva ve uzlet. Modern dünya o kadar gürültülü ki ne mazlumların ahueninleri ne mağdurların hıçkırıkları duyuluyor.

Modernizm, içinde bulunduğu çağı ve toplumları bir bütün olarak görme eğilimi sergilerken insanı unuttu, ruhu yok saydı ve hayatı anlamlandıramadı. Modernizmin toplumları istenilen! biçime sokma şeklinde ortaya çıkan bir tür hegemonya olarak insanların kimliklerinin, kültürlerinin, kabiliyetlerinin, inançlarının, şahsiyetlerinin farklı olduğunu kısacası bir ruh taşıdıklarını görmezden geldi veya bunları görmek işine gelmedi.

Postmodern dünyada yaşamak, ruhumuzu dinlemek ve gönlümüzü dinginleştirebilmekle mümkün. Yoksa modern toplumların içinde kalabalığa uyularak yaşanılan hayat, hayat değil. Bir tavşan kaç tazı tut oyunu. Sahte diplomaların, sahte doktorların, tağşişli ürünlerin, teşhirciliğin, taklitçiliğin, İslam(din) düşmanlığının hepsinin temelindeki sorun belki de budur. Hayatı anlayamama ve modern dayatmalara göre yaşama arzusu veya mecburiyeti. Durup dinlenmek, gönül dünyasına yönelmek, iç sesimizi dinlemek yasak. Modernite: Mücadele, müsademe, mukatele… Modern dünyada insana lazım olan: Ruhbanlık değil inziva ve uzlet. Sessizliğin sesine kulak vermek. Ruhu yeniden keşif. Mevlana’nın dediği gibi: “Durgun su, gökyüzünü daha iyi yansıtır.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mehmet Toker Arşivi

Halloween bizim neyimiz olur?

03 Kasım 2025 Pazartesi 00:03

Heykeller ve Konserler Sanat İçin mi?

29 Eylül 2025 Pazartesi 00:03

Hâlâ izlemeye devam mı?

22 Eylül 2025 Pazartesi 00:05