İbrahim Çolak

İbrahim Çolak

Sevgimiz, birbirimizi güzel kılmak olsun.

Sevgimiz, birbirimizi güzel kılmak olsun.

Dağlım, dertleştiğim…

Hepimiz farklı yaşamların içinden geçiyor olsak da ortak paydalarımız var Dağlım. Kendimizle ve insanlarla beraber yaşıyoruz. Cümleyi bilerek böyle yazdım. Kendimizle yaşıyoruz ve insan, yürümek, ilerlemek, insan “iyi insan” olmak zorundadır. Her şeyden ve herkesten bağımsız, yalnızca Rabbimizin rızasını gözeterek bir şeyler yapmak, üretmek, yazmak, okumak, dinlemek, merhamet göstermek durumundayız. Her şeyden ve herkesten bağımsız olmamızın manası şudur: Bahanelere sığınmayacağız. Havanın yağmurunu, elbisemizin eskiliğini, yiyemediğimiz yemeği dert etmeyeceğiz. Bizden istenen öne çıkmak, görünür olmak, sıra dışı işler ve hareketler değil, bulunduğumuz şartlar içinde iyi insanlar olmaktır.

Rahmetli annem, yıllar yılı -ki kendi de yaşlılığa eriştiğinde bile devam etmişti- çevremizde bakıma muhtaç birkaç kadın belirlemiş, ayda bir gün onların evine gider, ortalığı toparlar, yemeğini yapar, bu yaşlı kadınları yıkayıp temizler, tırnaklarını keserdi. Bu işleri yaparken de kimseye duyurmazdı. Birkaç kez, gidecek veya atılacak öteberi için, gittiği yere kadar ona eşlik ettiğimi hatırlıyorum. Anacığımla her şeyden konuşurduk da bu gittiği evlere ve insanlara dair bir şey anlatmaz ve paylaşmazdı. Sanıyorum kendince bir mahremiyet gözetir ve susardı. Belki de yaptığı işin kıymetini azaltmak istemezdi. Ancak şunu da söyleyeceğim: Annemim bu yaptıkları yine de bilinir, bazı uzak-yakın insanlar tarafından –sen salaksın türünde- veciz ifadelerle ödüllendirildiği de olurdu. Bu ödül veren insanların anlayışı, o bakıma muhtaç, yaşlı kadınların bu durumu, bu yoksunluğu hak etmiş olmalarıydı. Hem bu insanlara bakmak anneme mi kalmıştı! Annem öldü gitti, ben belirli bir yaşa ulaştım, şimdi daha iyi anlıyorum ki anacığım kendince güzel bir numara bulmuş ve bu numarayı yaşadıkça da devam ettirmişti.

İnsanlarla iç içe yaşıyoruz Dağlım. Anne, baba, eş, evlat, arkadaş, komşu… Konuşmalarımızı bir kenara yazsak ve sonra bu cümleleri tek tek tartışsak şunu göreceğiz: Bizler hep gadre uğrayanlarız! Bizler anlaşılmayanlarız! Bizler sevilmeyenleriz! Biz ölsek yeridir! Yanımızda yöremizde bulunan her insan bizi pohpohladığında mı iyi insanlar olacağız. Kimseler bizi üzmediğinde mi merhametimiz açığa çıkacak. Ayağımıza taş değmediğinde mi olumlu konuşacağız. Nedir hakikaten? Sınanmak nedir, sabır nedir, feragat nedir, kader nedir Dağlım.

Hangi olaydan, hangi sıkıntımızdan ibret alacağız? Rabbimizin bize her an seslendiğini, maruz kaldığımız her sıkıntı ve derdin değerlendirebilirsek nimet olabileceğini bilmemiz için ilme değil kalbimize gerek var Dağlım. Ara sıra, zaman zaman, başımızı önümüze eğmeyi, susmayı, insanlara, olaylara, yaşadıklarımıza nimet ve ibret gözüyle bakmayı denesek bir hayli yol alacağımıza inanıyorum Dağlım.

Annem, cebir bilecek kadar okumuş bir kadındı Dağlım. Güzel ve alımlı, muhtar kızı olmanın havasını da taşıyordu. Rahmetli babamla, gemiyle –biraz da danışıklı dövüştü tabii- Trabzon’dan İstanbul’a kaçacak kadar da delişmendi. Hatırlarım, daha ilkokula gitmezken,  annem dayıma, şimdilerde artık kullanılmayan “elyazısı”yla mektup yazardı. Annem mektup yazar, ben annemi seyreder, büyüleyici bir iş yaptığını düşünürdüm. Yine iyi hatırlarım; annem, çocuklarını büyütmenin ve yetiştirmenin yorgunluğuna, anne, baba ve kardeşlerinden –uzunca bir dönem de eşinden- uzakta, gurbette yaşamasına – bence yalnızlığını ve olası şikâyetlerini bir yana bırakarak- hayata ve evlatlarına sarılıyor, fırsat buldukça Kerime Nadir okuyor, sabahları namazdan önce kalkıp kapı pencereyi açıyordu.  

Aradan yıllar geçmişti, artık dokuz kardeş olmuştuk, babamız yurt dışındaydı. Bütün kardeşler okuyor ve büyüyorduk. Babamın kazandığı yetmezdi ve benim yeni yetmeliğime gelen yıllarda, annemle ben patates toplamaya giderdik. Annem bu durumdan asla yüksünmez, şikâyet etmezdi. İşte Dağlım, annem, iyice yaşlanmış olmasına rağmen günlük gazetesini muhakkak okuyor, benim ve kardeşlerimin tavsiye ettiği kitapları okumaya çalışıyor ve gülümsüyordu. Annem namazını hiç aksatmaz, kemençe sesi duyduğunda da yerinde duramaz, bizim ısrarımıza dayanamayıp, kalkıp horon oynardı.

Mektup uzadı. Yazmak istediklerimden farklı oldu yazdıklarım. Bu mektubum da böyle olsun Dağlım.

Şimdi sana yazarken hatırladım, doktor ve müzisyen Albert Schweitzer’in yaşam hikâyesinin anlatıldığı, Hayata Hürmet kitabından, kısmen annemim yaşayışıyla örtüştürdüğüm, bir bölümü de seninle paylaşıp mektubumu bitireyim Dağlım:  “Sonra yerlilerle anlaşmasına neşesi de yardım ediyordu. Her zaman gülmeye hazırdı. Schweitzer hatıra defterinde hoşuna giden birçok hadise anlatır. Mesela bir gün, ağaç keserken, hastanede hasta bir akrabası olan bir yerli gelmişti. Schweitzer delikanlıya seslendi: “Dostum, gelip yardım etmez misin?” Mektepten yeni çıkan yerli cevap verdi. “Ben okumuş adamım, işçi değilim.” “Talihlisin,” diye cevap verdi Schweitzer. “Ben de okumuş adam olmak istedim, ama muvaffak olamadım.”

Her güzellik bize, asıl ve tek güzel olan Rabbimizi hatırlatsın Dağlım. 

Ve sevgimiz, birbirimizi güzel kılmak olsun.

 

Hepimizin üstü başı, biraz annemiz kokar Dağlım.

Öyle yaşayalım ki bize gelen, sıcacık bir sobanın yanına gelmiş gibi olsun.

Dua eden, kendine eder, dua eden, dua bulur.

Duayla kalasın Dağlım.

 

Allah esirgeyen ve bağışlayandır!

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Çolak Arşivi
SON YAZILAR