Hakan Bahçeci

Hakan Bahçeci

Yağmur Yeniden Başladı

Yağmur Yeniden Başladı

Fırtınalı bir gecenin yağmurla son bulan sabahında yorgun bedeni ve huzursuz parmaklarıyla dönüp duruyordu hâlâ odanın ortasında. Ne uğultu kesilmişti ne yağmur dinmişti dışarıda. Gece boyu kaç kez açmıştı perdeleri kaç kez yakıp söndürmüştü mumları. Elektrikler daha akşam olmadan kesilmiş, şehir tümden bürünmüştü karanlığa. “İyi ki!” dedi iyi ki mum varmış yanımda. Sahi, ne ara almıştı bu mumları, kimden kalmıştı? Sonra pilli radyosu geldi aklına, pili var mıydı, çalışır mıydı, gece neden hatırlamadı?

Yarı uykulu, zihnini toparlamaya devam ederken, diline düşen eski bir şarkının kime yazıldığını merak ediyor olmayı neden yadırgadı? Şarkının sözleriyle takılıp gitti heyula bir düşüncenin peşine ve yine varamadı yolun sonuna. Şarkıyı olduğu gibi orada bıraktı. Uğultu kesilmiş, yağmur hafiflemişti. İşte dedi “işte bu ses eşlik ederse uyurum belki de”. Sızıp kalmıştı bedeni, uyku değildi bu, çok sürmedi zaten bir hışımla kalktı yerinden. Ne geceye kızdı ne yağmura sitem etti, ne kahretti bırakıp gidene ne bir kötü söz söyledi içindeki çocuğa.

Fırtına dinmiş, yağmur yerini serin bir kış güneşine bırakmıştı. Şehrin oldukça dışında mezarlığa yakın, tek katlı evin toprak sundurmasına çıktığında yüzünü sıvazlayan serinliğin, içinde bir yerde yanıp duran ateşi yeniden harlamasına anlam veremedi. Ahşap tavanlı, eski taş evin en sevdiği yeri burasıydı, hem evdesin hem evde değilsin. Evin bir parçası ama evin dışında, eve çatlı ama evden ayrı… Ait olmadığını hissettiğin yer, yük olur gönlüne, peki ya kalmak istemediğin yer… “Nereye aitim ben” sualini sundurmaya çıkan tahta kapıya astı ve dönüp bakmadı.

Toprak dam halinde, altı kiler olarak bina edilmiş sundurmanın köşesinde bekleyen yuvak… Güç bela yağmur değmeyen tarafını çevirip oturdu. Üzerine bir şey almadığına hayıflandı ve kapıya baktı. Şimdi dedi biri görünmeli şu kapıdan, varlığına duacı biri. Omzuna bir şal atmalı ve hatta şalı kendi elleriyle örmüş olmalı, sıcacık bakmalı ve biraz kızmalı “ne çıktın şu soğukta adam, üşütmeyesin” demeli.

Güneş ısıtmak, kış üşütmek üzere tatlı bir kavgaya tutuşmuşken, yağmurun dokunduğu yerler küçük birer yıldız gibi parlamaya devam ediyordu. Nemli bir toprak kokusu, ürkek bir serçenin ötüşü, sokak kedisinin duvar dibine saklanışı, oluklardan düşen damlaların şıpırtısı… İhtimal bir gökkuşağı görünür, çocuklar sokağa çıkar, bacalardan dumanlar tüter ve mevsim yenilenir. Her şey yerli yerinde ve her şey olması gerektiği gibiydi de bir tek kendisi bu sahneden rol çalıyordu sanki iğreti ve çatal iğneyle tutturulmuş gibi.

Burada oturmaya devam etmek istiyordu ve ayrıca yerinden kalkarsa tüm sahnenin, tüm bu muntazam oyunun bozulacağından korkuyordu. Lakin serindi, hafif bir titreme gelmiş canı da şöyle demli bir çay çekmişti. Önce kendine kızdı, şimdi sırası mıydı, serçeler uçar, kedi kızıp kaçmaz mıydı? Tereddüt yani kararsızlık yani evham…

Ellerini iki dizinin arasına alıp bedenini küçültmeye çalışsa da üşüyordu hâlâ. Girişte, duvara alelade çakılmış bir çivide, düğmeleri kopmuş, yakası eskimiş, cepleri delik eski bir palto olmalıydı, değme yün yorgandan iyi ısıtırdı. Kalkıp alsa, kalkmışken bir de çay koysa, tepsiyi hazırlasa… Ya da misal tüm bunları evde kim varsa düşünmüş olsa, çay demini çoktan almış olur belki yanına iki dilim ekmek konur… Konurdu da şimdi üşümek daha kolaydı, o da üşümeyi seçti ve sanki uyuyan bir çocuğu uyandırmaya sakınarak sessizce eve girdi.

Önce paltoyu buldu, omuzlarına atıp evin içinde dolaşmaya başladı. Köz kalmış sobaya odun attı, evdeki tek çiçek orkideye su verdi, mum koyduğu tabakları kaldırdı, radyoyu açtı… Biraz önce dışarıda silik bir çizgi gibi durduğu sahne değişmiş başrolde kendisi oynamaya başlamıştı. Mutfağa gitmeliydi, nitekim sıcak ve demli bir bardak çay hayal edilmişti.

Eski bakır demliği sobanın üzerinden alıp mutfağa yöneldi. Demlikte su ılık ve yarım, doldurdu, kibrit kör penceredeydi buldu, çayı tek şekerli içerdi şekerliği aradı, temiz çay kaşığı yoktu, yıkadı. Çayı ocağa koyup suyu beklemeye başladı. Su kaynadı, kalayı çıkmış tepsiyi bulup tezgâha bıraktı, çay paketini bulmak için rafa uzandı ama paltonun boşta kalan kolu tepsiye takıldı, yıkadığı kaşık yere düştü, onu alırken şeker döküldü, üzerine basmayayım derken tepsi yuvarlandı. Kızmadı hiç birine, bir acı tebessüm, bir ince sızı…

Pencereden dışarıya baktı, serçe ötüyor, kedi yerinde duruyordu. Yakamozlar da yerli yerindeydi. En baştan tekrar başladı ve çayı demledi ve hatta demini alıncaya kadar pür dikkat kesildi. Omzunda paltosu, elinde çay tepsisi tekrar sundurmaya çıktı. Şimdi tepside kararmış bir demlik, bir çay kaşığı, yarısı boş şekerlik ve iki çay bardağı vardı. İyi de bu ikinci bardak kimindi? Serçe sustu, kedi koşup kayboldu, çocuklar dağıldı, yağmur yeniden başladı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hakan Bahçeci Arşivi
SON YAZILAR